Devlet-Mekan ve İnsan
Millet olarak; gökyüzü çadırımız, güneş bayrağımız diyorduk. Yüzyıllarca haçlılarla boğuşmuştuk. Dinimize göre kurulan devletimiz, aynı zamanda dinimizin de koruyucusuydu. Devleti basit bir düzen gibi değil, Nizam-ı Âlem ideali gibi görüyorduk. Kılıcımızı Hak’kın ateşinde çelikliyor, Hakkın emrinde sallıyorduk. Davamız artık kuru bir cihangirlik davası değil; Îlâyı Kelimetullah Davası‘ydı. Dinimiz kıyamete kadar baki kalacağından, Devletimize de Devlet-i ebed-müddet diyorduk. Devlet Başkanlarımız valilere gönderdiği tebliğlerde, “Teb’amıza iyi muamele ediniz. Onlar, ya din kardeşiniz, yahut da, yaradılışta eşinizdir.” Diyorlardı. Tahtlarının arkasına da, bütün mazlumların koruyucusu hâmisi, dostu manasına “Veliyyü külli mazlûmin” ibaresini bulunduruyorlardı.
Mekana gelince; Osmanlı’da dünyadan ahırete bakan bir mekan anlayışı vardı. İmanı-ameli ihlası maddeye yansımış, o muhteşem mekanların içinde mağrur değil; mütevazi idi. Mekânı ahirete açılan bir pencere gibi görüyor, eserden müessire gitmenin yolu öğretiliyordu adeta...
İnsana ferahlık, aydınlık, sükûnet, huzur, saadet veren, yaşadığını hatırlatan bir mekan anlayışıydı bu. Kışın üşütmeyen, yazın terletmeyen, yormayan, hırpalamayan, dinlendiren apaydınlık bir yapıydı. İnsanını sefertası gibi apartmanlarda oturtmuyor, cam kavanoz gibi nefes almakta zorlanan, toprakla alakasını kesmiş mekanlarda yaşatmıyordu.
O mekan anlayışına bugün ne kadar muhtacız. Paranın, menfaatin, riyanın, dünyevileşmenin kıskacında boğuşan, teknolojinin getirdiği konfor ve rehavet gafletindeki insanımıza ‘Nasıl ışık tutar, nasıl huzur nefesi’ aldırırız?” suali bugünkü mekan anlayışımıza da ışık tutmaz mı? Hırs ve ihtiraslarının esiri olmuş insanımıza “insanlık soluğu” üflenmez mi? Bizlere bahşedilen nimetler, kanaatle-sabırla-şükürle bir ölçü ve dengeye kavuşturulmaz mı? Su alan “insanlık gemisi”ni salimen “huzur limanı”na ulaştırmış olmaz mıyız? Dünkü insanımız; kendisini ibadullah “Allah’ın kulları” olarak görüyordu. Küffara karşı şiddetli, celalli; kendi arasında şefkatli ve merhametliydi. Aklı selim, kalbi selim, zevki selim sahibiydi. “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa alsın” düsturunca, dışarıdan gelen faydalı hususlara açıktı. Cemiyetin menfaatini, şahsi menfaatinden üstün tutuyordu. Dün ineğini komşusunun çayırında, “izinsiz otlattı” diye, akşam sağdığı sütü komşusuna gönderen, alacaklısı bulunduğu kimsenin ev veya ağacının gölgesi altında gölgelenmeyi fâiz sayan, izinsiz girdiği bağdan kopardığı üzüm salkımının parasını üzüm dalına asan insan, bizim insanımızdı. Nalsız beygire yük vurana, hayvana zulmettiğini hatırlatan, buzağılı ineği sonuna kadar sağmayı yasaklayarak buzağıya yeterli süt payı bırakma mecburiyeti getiren de bizim insanımızdı. Saksıdaki çiçekleri dahi konuşturuyorduk. Mesela camın önüne konmuş saksıda sarı bir çiçek varsa, bunun manası “Ey yolcu! Bu evde hasta var. Yüksek sesle konuşup onu rahatsız etmeyiniz. Şayet saksıda kırmızı çiçek varsa “Ey yolcu; bu evde gelinlik kızımız var. Kullandığın kelimelere dikkat et. Ağzından galiz bir kelime çıkmasın” mesajı yüklüydü. Hayatımızı ancak devletle sürdüreceğimize inanıyorduk. Tarih de inancımızı doğruluyordu. Yüzyıllarca devletsiz yaşayan, hatta hiç devlet kuramamış milletler hayatlarını devam ettirirken; Bizde ise nerede devletimiz sükût etmiş ise, bir müddet sonra milletimiz de yok olmuştu. Bu sebeple, “Allah devlete millete zeval vermesin.” Cümlesini dualarımıza kattık. Alpereniyle, dervişleriyle, dergahları, tekkeleriyle, tebliğ ve irşad halkalarıyla, geniş bir coğrafyayı, Rumeli’yi mânevî ve millî hamurla yoğurarak uğrunda seve seve ölünen vatan toprağı yaptık. Bu topraklar üzerinde kurulan Devlet idaresini; istidatlı, liyakatlı, dirayetli, adaletli, cesaretli kadrolar teşkil etmişti. Adam yetiştirmeyi, adam istihdam etmeyi çok iyi biliyorduk. Nitekim 16.yüzyıla bakınca, her şeyimizle büyüktük. Devlet Başkanımız Kanunî Sultan Süleyman Başbakanımız, Sokullu Mehmet Paşa Amiralimiz, Barbaros Hayrettin, Mimarımız, Kocasinan, Şâirimiz, Bâki, Fuzulî idi. Bütün bunları gençlerimiz nasıl öğrenecek? Bu güzide evlatlarımıza, “devlet-mekan-insan” meselemize bakış açısını nasıl vereceğiz? Habire açılan derslik sayısından, yapılan binalardan, bedava dağıtılan ders kitaplarından, dışarıdan devşirme yabancı dil öğretiminden bahsedilerek mi bu bakış açısı verilecek? Bilgisayarlarla geliştirilen programlar, ülke kalkınmasında büyük işler başarıyor. Ancak; ahlak, fazilet, vefa, dostluk, duygu, inanç, fedakarlık gibi yüce değerleri internet ağıyla mı vereceğiz insanımıza? Ekonomi ve kalkınmada Ülkemiz artık geri bir ülke sayılamayacağına göre eğitim ve kültürde de öyle miyiz acaba? Baktınız mı eğitim ve kültür partilerin seçim beyannamelerinde kaçıncı sırada? Eğitimin muhtevasıyla ilgili bir bilgiye rastlayabiliyor musunuz? Kültür ve edebiyat, sanat ve sanat tarihi önemsenmeli. Turistler kilometrelerce uzaktan gelerek ellerinde haritalarla tarihi mekanları büyük bir merak, tecessüs ve hayranlıkla gezip ilgi duyarken bizler kendi mirasımızdan habersiz mi yaşayacağız? Fransız liselerinden mezun bir genç, bütün klasik yazarları okur ve tanır; İngiliz kolejlerinden mezun olanlar da, Alman gençleri de. Amerika ve Rusya’da da kural değişmez. Klasik musikisini her fırsatta duyup ruhuna geçirmemiş, büyük tarihçilerinin ve yazarlarının eserlerini okumamış, şairlerinin şiirlerini ezberlercesine divanlarla haşır neşir olmamış, medeniyet ve fikirler üzerine kafa yormamış, milletinin derdiyle dertlenmemiş bir gençlikle hangi meselemizi konuşabiliriz? Okullarda kütüphaneleri, dershanelerden ön plana geçirebildik mi? Sınıfları, dershaneleri kütüphaneleştirebildik mi? En yoksul evde bile küçük bir kütüphane bulunmasının lüzumuna inandık mı? Eski evlerimizin bir köşesinin mutlaka kitap köşesi olarak ayrıldığını hatırlayanımız var mı?
İnanç, ahlak ve kültür savaşı için, bütçede bugünkünün çok üstünde ödenekler ayrılmalı. Korkunç eylem ve yıkıcı propagandanın bile bütçesi varken neden onun karşısına yeterli bir bütçe ile çıkmayalım? Gerekirse, ekonomik kalkınmadan fedakârlık yapalım. Çünkü kültürsüz, aşksız, inançsız, idealsiz veya menfi idealli bir nesle teslim edilecek bir kalkınma düşünülemez. Bilhassa herkesin “Çılgın Proje”yi konuştuğu şu ortamda her türlü kalkınmanın temeli “din-dil-tarih şuuru”na oturtulmalı. Kalkınmanın temelinin eğitim, kültür olduğu, inanç, ahlak ve faziletle bunun sağlanacağının farkına varılmalı. İnsanımız medeniyet havzamızdan beslenmeli, sanata, edebiyata, musikiye kültüre gereken önem verilmeli. Kendi kültürümüzü yabancı kültürler karşısında ancak bu sayede ayakta tutabiliriz. Kendimize ait kültür, sanat ve tarihî zenginliklerle, kendi değerlerimizle, insanımızın ruhundaki daralmayı ve gönlündeki sancıyı dindirebilir, kendi zengin tarih ve medeniyet birikimindeki gücümüzle de geleceğin dünyasında yerimizi alabiliriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.