Herkesi ezen ‘sistem’
Yakın tarihimiz, bir bakıma da ‘haksızlıklar tarihi’dir. Haksızlık, adaletsizlik ve zulüm; bilhassa 1950 öncesi hüküm süren ‘tek parti’ devrinde ve tabiî ki ‘darbeler devrinde’ yaşanmıştır. Bunları söylemek belki ‘malûm-u ilân etmek/ bilineni tekrar hatırlatmak’ anlamına gelir, ama yaşanan bazı hadiseler bunu icap ettiriyor.
Türkiye’de ‘sistem’den zarar görmeyen bir kişi ya da camia var mı? Sağcı ya da solcu olsun, isterse kendisini ‘orta yolcu’ olarak tarif etsin; hemen herkes bir şekilde, bir tarihte ‘sistem’in tokadını yemiştir. Peki herkesi tokatlayan bir ‘sistem’ yıllar yılı bunu nasıl devam ettirebilmiş? Tabiî ki, bu zulmü sıra ile yaparak... ‘Sağcı’lara zulmedildiğinde solcular, ‘solcu’lara zulmedildiğinde de sağcılar susmuş. Neticede zulüm sırası herkese gelmiş ve mağdur olmayan kalmamış.
Günümüzde ise sustukça sıranın ‘bize’ de geleceği daha iyi anlaşıldığından; ‘zalim’lere karşı ortak itiraz sesleri daha gür çıkıyor. Bu bakımdan, hiç kimse ‘Benim işkencecim iyidir, bana dokunmayan yılan bn yaşasın’ dememeli.
Geçenlerde Van’dan İstanbul’a mahkûm getiren bir cezaevi aracında yangın çıktı ve beş mahkûm öldü. Hadise tartışıldıkça yanlışlar daha iyi anlaşıldı ve sonuçta, ‘ifade almak’ için mahkûm nakli yapılmaması kararlaştırıldı. Bundan sonra ifadesi alınmak istenen bir mahkûm nakledilmeyecek, bulunduğu ilden/cezaevinden ‘görüntülü sistem’lerle ifadesi alınacak. Keşke bu tedbir çok önceden alınabilseydi...
Hadise, Oral Çalışlar’a kendi yaşadığı olayı hatırlatmış. Şöyle diyor: “Van’dan İstanbul’a gelirken, geçen günlerde cezaevi nakil aracında yanarak yaşamını yitiren beş mahkûmun öyküsü, bana yaşadığım bir cezaevi nakil olayını anımsattı. (...) Bundan tam 24 yıl önceydi. İstanbul Paşakapısı Cezaevi’nde kalıyordum. (...) Naklim Bursa’ya çıkmıştı. (...) 30 kadar mahkûm doluştuk. (...) Ellerimizi birbirimize zincirle kelepçelediler. Bursa-İstanbul arası çok da uzak bir mesafe olmadığı için dert etmedim. Yolculuk başladı. İlk durağımız Geyve oldu. Ring aracının her tarafı açıktı ve kaloriferi yoktu. Donuyorduk. (...) Ben bekliyorum ki oradan Bursa’ya geçeceğiz. Yanıldığımı kısa sürede anladım. Yolumuz Konya-Akşehir’e doğruydu. (...) Tuvalete çıkarmıyorlardı. İhtiyacımızı aracın içine yapıyorduk. Ağlayanlar, sızlayanlar...” (Radikal, 24 Eylül 2011)
Neticede araç, Konya’dan Alanya’ya geçmiş. Oradan da Burdur’a. Üçüncü günün sonunda ise ancak Bursa’ya ulaşabilmişler. İstanbul’dan Bursa’ya gitmek için Konya ve Alanya yolu tercih edilmiş!
“Bir 12 Eylül dramı” da Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’den: “1980 darbe sürecini hatırlıyorum. O zaman 9 yaşında bir çocuktum. Köye cemseler geldi. Herkesi bender dediğimiz, harmanın yapıldığı meydana topladılar. Kadın ve çocuklarla erkekleri ayırdılar. Sonra erkekleri de ikiye ayırdılar ve orta yaşlıları gençlerin sırtlarına bindirdiler. Bu şekilde meydanda tur attırdılar. (...) Kadınların gözlerinden yaş aktığını gördüm. (...) ‘Sergo’ deriz hayvan gübrelerinin toplandığı yere. Askerler emir verdi, sırtlarında yaşlıları taşıyanlar, hayvan gübrelerinin içine girdiler. Bir yandan orada duruyorlar, bir yandan birbirlerine tezek sürüyorlardı. O zaman ben de ağladım. Köydeki silâhları teslim etmeleri isteniyordu. İlk defa o gün düşündüm, ‘bunlar kötü şeyler yapıyorlar’ diye...” (Radikal, 16 Aralık 2010)
Yaşanan ‘zulüm’leri sıralamakla bitiremeyiz. Bir misal de “Risale-i Nur tarihi”nden verelim. 1935 senesinde Bediüzzaman’la birlikte tevkif edilerek Eskişehir’e sevk edilen yüz yirmi kişiden biri olan merhum Mehmet Gürırmak şöyle anlatıyor: “Eskişehir hapsine giderken beni Refet Beyle (Barutçu) ile birlikte kelepçelediler. Isparta ve civar illerinden toplanan 120 adamı bağlamak için kelepçe yetişmiyor. Sona kalan Bekir Ağa ile Antalya Müftüsü Çil Ahmed Efendiyi çamaşır ipi ile bağlıyorlar. Verilen emir; Isparta’yı geçtikten sonra, ıssız bir vadide hepsini imha etmek... (...)
“Hapse girdikten sonra, saatler geçtiği halde bizi yüznumaraya çıkartmıyorlardı. İçimizde ihtiyar çoktu. Hep sıkışmıştık. Sonra koğuşun kapısının yanında bir yeri delmeye başladılar. Biz de merakla ne olacak diye bakıyorduk. Sonra oradan bir boru soktular. Meğer oradan küçük tuvaleti yapacakmışız. Kat’iyyen dışarı çıkartmadılar. Hep ihtiyaçlarımızı oradan gördük. Geceleri pislikten, tahta kurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi.” (Son Şahitler 2. Cild s. 19)
Bütün zulümlere, bütün haksızlıklara, bütün yanlışlar ‘bir, bütün ve hep beraber’ olarak itiraz edebilirsek; sıra ‘size’ de ‘bize’ de gelmez!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.