Yurdunu kaybeden adam yurduna ölerek döndü
Bizim gençlik okumalarımızda iki Cengiz vardır: Cengiz Dağcı ve Cengiz Aytmatov... Dağcı, Kırım Tatar Türklerinden, Aytmatov, Kırgız Türklerinden...
Sıkı Turancı olduğumuz yıllardı. (Şimdi herkes Turancı. Ben bu mübtezellikte, Turancılığımı biraz gevşettim. Daha doğrusu, gevşetmekten ziyade, heyecan ufkundan akıl sınırlarına çektim.) Gece gündüz Cengiz Dağcı ve Cengiz Aytmatov okurduk... Aytmatov, sadece uzak Kırgız coğrafyasının insanını anlatırdı ve biz gençler, atayurdu özlemini Aytmatov’un romanlarıyla giderirdik.
Cengiz Dağcı ise Kırımlıların trajedilerini anlatıyordu romanlarında.
1988’de Cengiz Dağcı’nın romanlarını Ötüken Yayınları neşretmeye başladı... Yeni kuşak onu bu kitaplarla tanıdı.
O, Kırım halkının uğradığı büyük kırımları anlattı romanlarında... Stalin’in kara bir bulut gibi Kırım halkının üstüne çöküşünü... Sürgünleri, acıları, ölümleri, vatan hasretlerini anlattı hep.
Stalin’in zulmü, onu 1942’de ayırdı Kırım’dan ve bir daha dünya gözüyle göremedi doğduğu toprakları...
İkinci Dünya Savaşı’na Rus ordusunda katılmıştı. Almanlara esir düştü... Londra’ya geçti ve oraya yerleşti. Bir lokanta açtı. Bir yandan dükkânı işletti, bir yandan da romanlarını yazdı... Kitaplarını Kırım Tatarcası ile yazıyordu. 1956’da, Yaşar Nabi, Türkiye Türkçesine aktartıp yayınlamaya başlamıştı kitaplarını.
Dağcı, Türkiye’ye yerleşmek istiyordu. Başvurdu bunun için. “Türkiye’de bir tanıdığın var mı?” demiş bürokrasi hazretleri. O da “Tüm Türkiye benim tanıdığımdır” demiş. Bu cevabı bizim sevimli bürokrasimiz çok romantik bulmuş ve bu kadar romantik bir adamın ülkeye vereceği zararı düşünerek, talebi reddetmiş. (Bu bürokrasi hazretleri 1932 yılında da, kadro yokluğu sebebiyle Albert Einstein’ın müracaatını reddetmişti.)
Okuduğum ilk kitabı hangisiydi hatırlamıyorum. Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Badem Dalına Asılı Bebekler, Onlar da İnsandı, Ölüm ve Korku Günleri, Dönüş, Üşüyen Sokak, Anneme Mektuplar, Benim Gibi Biri... Hatıralarını Yansılar, Ben ve İçimdeki ve Hatıralarda Cengiz Dağcı adıyla; hikâye ve mektuplarını da Haluk’un Defterinden ve Londra Mektupları adıyla yayınlar. O kadar acının içine 17 roman, 7 hatıra kitabı ve 1 hikâye kitabı sığdırmıştır.
Cengiz Dağcı’nın romanları, ilk bakışta hatırat gibi görülür ama kurgusu, cümleleri ve genel metin yapısı, özelde Kırım Tatarlarının romanı gibi görünse de, 20. yüzyılda yaşanan insanlık trajedisini anlatması bakımından önemlidir. Dağcı’dan başka hiçbir romancı, 20. yüzyılda yaşanan soykırım hikâyesini, onun kadar sürekli ve etkili anlatmamıştır.
Romanlarını okuyan biri, Bahçesaray ve Akmescit’i görmüş kadar tanır... O kadar canlı ve etkileyici anlatmıştır oraları.
Birkaç sene önce ağabeyim Halil Açıkgöz’ün evinde birkaç küçük yağlı boya tablo görmüştüm. Tek katlı evler ve sokaklar resmedilmişti tablolarda. Biraz inceledikten sonra, “Abi, buralar Bahçesaray” dedim. “Evet... Bahçesaray... Nereden bildin?” dedi. “Cengiz Dağcı’dan” dedim.
1919’da Kırım’da doğmuştu; 22 Eylül 2011’de Londra’da vefat etti. Büyük bir kadirşinaslık örneği gösterilerek na’şı Dışişleri Bakanlığı’nın girişimiyle Kırım’da toprağa verildi. Sağlığında kavuşamadığı toprağına ölünce kavuşabilmişti. Namazını Diyanet İşleri Başkanı M. Görmez kıldırdı. Merasimde sadece Dışişleri Bakanı A. Davudoğlu, Kültür Bakanı E. Günay ve İlber Hoca yoktu; tüm sevenleri de oradaydı.
Dağcı, “o topraklar”ı ölümüne seviyordu ve “o topraklar”a ölerek döndü.
Allah mekânını cennet eylesin..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.