Nedir Türkiye’den beklenen
Suriye konusunu İran üzerinden tartışmanın önemli bir zorluğu var. Zira Tahran yönetimi, bölgesel anlamda dış politikasının merkezine Şam’la olan ittifakını oturtmuş durumda. Bu ittifak üzerinden elde ettiği avantajlar malum. Lübnan üzerindeki gücünü ve operasyonel kabiliyetini devam ettiriyor.
Hizbullah ve İsrail arasında devam eden çatışma süreci, İran’a sadece Şiiler üzerinde değil, hemen tüm İslam dünyasında bir sempati sağlıyor. Ancak Hizbullah’ın bu geniş kredisini, Suriye’deki ayaklanma sürecinde tüketmeye başladığını da ekleyelim.
Tahran, ‘İsrail karşıtlığı’nın geniş bir coğrafyada nasıl bir karşılık bulduğunun farkında ve bunu sıkça söylemlerine yansıtıyor. Nitekim İngiliz Büyükelçiliği’ne dönük baskın eylemi, İran’ın dünyada hangi blokta yer alacağını şekillendiren bir sembol olduğu kadar, devrim yıllarındaki Amerikan Büyükelçiliği baskınıyla yakalanan ‘söylemi’ ve havayı tekrar bulma çabası olarak da görülebilir.
Son yıllarda Irak’ın hayli geniş bir kesiminde Suriye örneğini andıran bir etkinlik alanı buldu İran kendisine. Bağdat hükümeti üzerindeki gücünü, Arap Birliği’nin Suriye kararları üzerinden göstermeyi de ihmal etmedi. Irak ve Lübnan’ın yanı sıra, Yemen üzerindeki gücünü de kullanarak adeta birliğin ittifak halinde olmadığını ilan etti.
Arap Birliği’ne yaslanmak
Söz Arap Birliği’ne gelmişken, Türkiye’nin son dönemdeki bazı politikalarına biraz da bu pencereden bakmakta yarar var.
Türkiye’nin Suriye politikasını, ‘taşeronluk’ ya da ‘uluslararası sistemin projelerini yürütmek’ gibi tanımlarla ele alanlara katılmadığımı sık sık ifade ettim bugüne kadar. Ankara’nın hem bölgesel anlamda İran’ın hesaplarından kaynaklanan zorlukları var. Hem de sınır komşuluğu ve terör gibi fay hatlarının getirdiği sıkıntıları. Öte yandan uluslararası sistemin önemli aktörlerinin, Türkiye’nin dönüştürücü gücünü kendi lehlerinde kullanma çabasını da göz ardı etmek imkansız.
Bu şartlar altında bir Suriye politikası yürütmek elbette kolay değil. Bu durumu gerek Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, gerekse Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarına bakarak görmek mümkün.
Fakat söz konusu olan Arap Birliği ise orada biraz durmak gerekiyor. Zira bugüne kadar hemen hiçbir ciddi sorunda varlık gösteremeyen, uluslararası aktörlerin kuyruğuna takılmaktan öte harekete geçemeyen, yıpranmış ve itibarsız bir yapıdan söz ediyoruz.
Uluslararası kuruluşları eleştirirken
Ankara’nın Suriye konusunda neler yapabileceğini sadece bizler değil, neredeyse tüm bölge ve dünya yakından izliyor. Kendi değişim ve dönüşümünü, çatışmasız ve olabildiğince demokratik süreçlerle gerçekleştiren bir ülkenin, yanı başındaki Suriye’nin dönüşümüne nasıl bir katkı ya da destek sağlayacağı elbette merak edilir.
Ancak tam da burada Arap Birliği örneğinden hareketle nasıl bir fotoğraf verdiğimize dikkat etmenin yeri ve zamanıdır. Türkiye, yakın bir tarihte Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası ve diğer uluslararası kuruluşların itibar ve temsil sorununu dile getirerek dikkatleri üzerine çekmişti. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının ardından ortaya çıkan sistemin şekillendirdiği bu kuruluşların, hukuk ve meşruiyet açısından dünyayı nereye getirdiği sadece İsrail üzerinden bile anlaşılabilir.
Şimdi, bunlara başkaldıran, dünyanın yeniden düzenlenmesinde adalet ve meşruiyetin önemine işaret eden bir ülkenin, yani Türkiye’nin, Arap Birliği gibi köhne ve zavallı zeminler yerine, kendisini ve tezlerini daha doğru ifade edeceği yollar bulması gerekmez mi?
Türkiye’den gerçek beklentilerin ne olduğunu bir kez daha düşünerek hareket etmek zorundayız.