Türkiye hangi blokta?

Türkiye hangi blokta?

Bir gerçeğin altını çizerek başlayalım. Suriye konusunda devam eden mücadele, bir tarafın demokrasi ve özgürlük savaşçısı, diğer tarafın otoriter oluşuyla ilgili değil. Böyle baktığınız, daha doğrusu böyle göstermeye çalıştığınız takdirde, olup biteni anlamakta, dolayısıyla da anlatmakta güçlük çekiyorsunuz.

Suriye, hemen tüm küresel aktörlerin hesaplaştığı bir arenaya dönüştü. Malumunuz, Arap Birliği’nin Suriye raporu, Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kısa bir süre sonra ele alınacak. İşte tam bu sırada Çin ve Rusya’dan veto uyarısı geldi.

Rusya ve Çin, Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ve ne istediklerini de açıkça ifade ediyorlar. ‘Ortaya çıkacak metinde Suriye’ye yönelik muhtemel bir askeri seçeneğin kesin bir dille reddedilmesi.’ Bu ittifakın parantezinde İran’ın da olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

Dolayısıyla da Suriye üzerinden devam eden kavga, dünyanın yakın geleceğinde şekillenecek olan ittifakların /blokların da yansıması aynı zamanda. Rusya ve Çin, İran’la geliştirdikleri ilişkilerin, Atlantik ötesinden bozulup hırpalanmasını istemiyor. Kaldı ki bu iki ülkenin İran’la ilişkilerini, sadece petrol ve benzeri alışverişler üzerinden okumak yanlış. Petrol ve doğalgazı da içine alan, ancak ondan çok daha geniş bir resme işaret eden jeopolitik bir yakınlaşma bu.

Türkiye-Rusya nereye?

Resmin bu tarafı üç aşağı beş yukarı böyle. Tam bu noktada Türkiye’nin nerede durduğu, bundan sonra nerede durabileceği sorusu akla geliyor. Kısa bir süre önce Ankara-Moskova hattında, Ahmet Davutoğlu ve meslektaşı Sergei Lavrov arasında 30 başlıktan oluşan bir bildiri imzalandı. Ermenistan’la ilişkiler dışında, iki ülkenin kapsama alanına giren hemen her sorunda konuşabilir durumda olduğuna işaret eden, fakat şaşırtıcı biçimde Türkiye basınında hiç tartışılmayan bir metindi.

Bu metni gündeme getirmemin iki nedeni var. Birincisi, ikide bir Türkiye’yi dünyadaki belli bir politikanın uzantısı, hatta tetikçisi sayanlar, her nedense bu gelişmeleri dikkate almıyorlar. İkincisi, Suriye meselesi dahil, bölgesinde, hatta giderek genişleyen ilgi alanında Ankara, asla tek seçeneğe mahkum filan değil. Aksine bulunduğu coğrafyanın kendisine verdiği avantajlarla, beklenmedik çıkışların adresi olabilecek güce ve derinliğe sahip.

Herkese serbest, Türkiye’ye yasak

Romantik dostlarımı üzdüğümün farkındayım. Fakat Suriye dahil, her meselede olup bitenin öncelikle bir güç mücadelesi olduğunu dikkate almazsak, gelişmeleri doğru okumakta zorlanırız. Kimsenin ne Suriye’de, ne Libya’da, ne de Tahrir’de mücadele edenler ya da hayatını kaybedenler umurunda bile değil. Yahut Şam’a bakarken ‘Bu diktatör bir an önce gitmeli’ diyenlerin demokrasi de, diktatörlük de derdi değil. Bakınız Suudi Arabistan, bakınız Arap dünyasındaki nice örnek!

Bu sert mücadelenin ortasında kendimize yer bulmaya çalışıyoruz. Kuşkusuz Suriye, Irak ve İran konusundaki her gelişme, herkesten önce Türkiye’yi ilgilendiriyor; çünkü doğrudan kendisini etkiliyor. Yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi, Türkiye tek bir bloğun parçası ya da uzantısı hareket etmek zorunda da değil.

Bu sorunlar üzerinde daha fazla hassasiyet göstermesi ve daha müdahil davranması da sonuna kadar hakkı. Aksi takdirde Ankara’da rahat oturamayacağını çok iyi biliyor.

Şu halde niçin kimi dostlarımız, başkasına hak ve meşru gördüklerini, Türkiye için yanlış buluyorlar sorusunu bir kez daha sormanın tam yeridir. Küresel ölçekte devam eden, bölgesel düzeyde daha da şiddetlenen bir çatışmada, hiçbir şeye karışmadan oturması mı isteniyor?

Sözün özü, dünyaya Türkiye’den bakmayı öneriyorum. Bundan niçin bu kadar rahatsız olunduğunu da gerçekten anlamıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi