Sessiz çoğunluğu aldatamazsınız
Kuşkusuz Türkiyenin beklenenden çok daha sancılı geçen değişim süreci ve devletin baştan aşağı yeniden yapılandırılması, beklenmedik krizleri de beraberinde getiriyor. Geçtiğimiz yüzyılın kodlarıyla şekillenen devlet algısının tarihe karıştığını söylerken, yerine nasıl bir devlet yapısı inşa edildiği konusunda kafalar bir hayli karışık.
Devam eden kritik davalar, ordudan yargıya, medyadan sermayeye kadar hemen her alanda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ifade ediyor. Ancak unutmayalım ki, her değişim aynı zamanda bir yıkımdır ve eğer bu süreci paralel bir inşa faaliyetiyle birlikte yönetemezseniz, elinizde ne geçmiş kalır, ne de gelecek.
12 Haziran 2011 seçimlerinden önceki son yazımın başlığı şöyleydi: Genel Başkan Değil, Devlet Adamı.
Bu başlığı atarken, Türkiyenin içinde bulunduğu durumun, boğuşmak zorunda olduğu sorunların, alışageldiğimiz siyasi hamleler ya da reflekslerle çözülemeyeceğini; aksine çok daha cesur, bulunduğu siyasi pozisyonu riske etme pahasına geleceğe yürüyen bir liderliğe ihtiyacımız olduğunu ifade etmeye çalışmıştım.
O nedenle de AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğanın bugünkü sorumluluğu, genel başkanlığın çok ötesindedir. En kısa ve yalın anlatımla bir devlet adamı sorumluluğudur.
7 Şubat Darbesi
Nitekim şu sıralarda, hala doğru dürüst tarif edemediğimiz bir el tarafından alabora edilen Oslo sürecine, terör ve Kürt sorunu sarkacında atılan önemli adımlara bakmak bile, bu tür hamlelerin sıradan siyasi konumları fersah fersah aştığını görmeye yeter.
Neredeyse 10 günden fazla bir zamandır Türkiyeyi esir alan MİT tartışması, siyaset adamlarının bu tür riskleri almasının, yeri geldiğinde neye mal olabileceği hususunda herhalde yeterince aydınlatıcı olmuştur. Eğer siyasi irade, bir defalığına bile olsa, hassas dengeler üzerinde devam ettirdiği projesinin teşrih masasına yatırılmasına izin verseydi, herhalde bugün başka bir Türkiyede yaşıyor olacaktık.
Tarihe 7 Şubat darbesi olarak geçen bu gelişmenin, önümüzdeki dönemin siyasi mimarisine dair tehlike çanlarına işaret ettiği çok açık. Tam da bu nedenle, siyasi iradenin kuşatıcı bir yeni anayasa sürecini hızlandırması daha büyük önem taşıyor.
Muhalefetin kolaycı yaklaşımı
Son gerginliğin bir kez daha altını çizdiği gerçek, siyasi muhalefetin, Türkiyenin hangi coğrafyada ve neden var olduğuna dair bir tezi olmadığı gibi, yaşanan her krizi sıradan muhalefet kalıplarıyla derinleştirmekten çekinmediğidir.
Tayyip Erdoğan, birikmiş, yığılmış ve kaderine terk edilmiş sorunların üzerine, risk alarak ve hedef tahtasına oturtulma pahasına cesaretle gidiyor. Erdoğanın ne yapmak istediğini bugüne kadar en iyi anlayan da sessiz çoğunluk oldu. 12 Eylül 2011 referandumunun ve 12 Haziran 2012 genel seçimlerinin sonuçları da buna işaret ediyor.
Fakat her nedense ısrarla bunu görmezden gelenler var. Şike yasası diye anılan yasal düzenleme konusunda kıyamet koparanlar, şimdi de MİTle ilgili yasa üzerinden aynı tepkiyi örgütleme telaşı içindeler. Şimdiden söyleyeyim. Bunlar nafile çabalar, zira sessiz çoğunluk Türkiyenin nasıl bir liderliğe ihtiyaç duyduğunu muazzam bir sağduyuyla görüyor. O nedenle Tayyip Erdoğanı destekliyor. Kimsenin bir bardak suda fırtına koparmasına aldırış etmeyecek kadar da sağlam bir duruş bu.
Siyasetin, yargının, ordunun ve tüm kurumların sınırlarını bildiği, birinin diğerinin alanına tecavüz etmediği bir Türkiyede yaşamak hepimizin ortak arzusu ise, naçizane bir çağrım var: Ne dersiniz, daha fazla uzatmayalım ve de inat etmeyelim. Gerçekten sıktı artık.
Sessiz çoğunluk bunlara ne kanar, ne de aldırış eder.