Muhsin Meriç

Muhsin Meriç

‘Öz’e dönüş vakti...

‘Öz’e dönüş vakti...

Zamanın sâkinleri olarak, ‘ilm’e olmasa da ‘bilme’ye oldukça iştahlıyız. Oysa hazımlı ilim şifa verirken abur cubur-mâlâyani bilgi sadece ruha sıkıntı ve keşmekeş verir. Lüzumsuz bilgilerle hâfızaların nasıl zarar gördüğünü kendimize ve etrafımıza bakarak anlayabiliriz; unutkanlık artıyor mu azalıyor mu? Kezâ kalplerin de... Kalpler telaşlı mı, selâmetli mi? Berrak zihinlerin, sükûnetli kalplerin nâdir bulunur hâle gelmesi ‘marifet ilmi’ne olan rağbetin azlığı ile de doğru orantılı. ‘Büyük’ meseleleri hallederken ‘küçük’ görünen ama daha büyük olan hakîkatleri ihmal mi ediyoruz yoksa? Ah şu bozuk teraziler!..

Bir vakit bir aklıevvel bana “Siz hep îmanla, tevhidle meşgulsünüz; îmanı elle tutulur bir şey mi zannediyorsunuz?” demişti. Ben de ona meâlen şöyle cevap vermiştim: “Kur’ân’ın üçte biri tevhidden bahseder, daha sonra nübüvvet, daha sonra ubudiyet, daha sonra da haşir ve adalet bahisleri vardır ki, bunlara anasır-ı erbaa denilir. Hem Kur’ân’da ‘îman’, ‘hicret’, ‘cihad’ sıralaması vardır.” Bunu derken muhatabım da ben de biliyorduk ki Kur’ân ölçülerine göre ‘fikrî mesaimizi’ ayarlamıyorduk!

Âlimler, îmânı ‘taklîdî’ ve ‘tahkiki’ olmak üzere iki kısma ayırırlar. Taklîdî îman, kişinin delilsiz bir şekilde etrafından öğrenmiş olduğu şeylere îman etmesidir. Tahkîkî îman ise delillerle adeta görüyormuş gibi Allah’a îman etmektir. Âlimler, her Müslümanın îmânını taklidden tahkike yükseltmesinin farz olduğunda, her ne kadar taklîdî iman sahihse de imanını kuvvetlendirmeyenlerin günahkâr olacağında müttefiktirler. (Bkz. Aliyyül Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.383, Çağrı Yay.)

Ömer Nasuhi Bilmen merhum bu hususta şunları söyler: “Her mü’min için lazımdır ki tasdîk-i kalbîsini burhana mükarin kılsın, mesâil-i itikadiyesini delilleriyle beraber öğrensin; maamafih bir kimse dini hükümleri böyle nazar ve istidlal ile değil de mücerret taklid yoluyla –mesela pederinden, mualliminden, sözüne itimad ettiği kimselerden işitmek suretiyle – bilip cezmen tasdik etse gene imanı sahih ve bununla sevap kazanır. Şu kadar var ki nazar ve istidlal (yani kâinata ibret nazarıyla bakıp onların sayesinde Allah’a imanını kuvvetlendirmek) farzdır. Herkes takati miktarınca im’an-ı nazarda bulunmakla mükelleftir. [Ulemâ Kur’an’da kâinata nazar etmeyi emreden pek çok ayetten yola çıkarak “nazar” yani kâinata bakarak imanı kuvvetlendirmek farzdır demişlerdir] binaenaleyh nazar ve istidlali terkedenler günahkâr olurlar. (Muvazzah, İlm-i Kelâm, 105)

Kur’ân’ın pek çok âyeti kâinata ibretle nazar edip tefekkür ederek, insanların îmanını tahkîkî hale getirmesini emretmekle beraber bu hususa pek çok hadis de işaret etmektedir. Mesela meşhur ‘ihsan’ hadisinde “İhsan Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” buyrulmuştur. Bir başka hadis de şöyledir: “Îmânın en üstünü nerede olursan ol Allah’ın seninle olduğunu bilmendir”.

İnsanın nefsine uyarak günahlara gitmesinin, kendini günahlardan kurtaramamasının, ibadet etmeyişinin veya ibadet etse de ibadetlerine riya, ucub gibi hislerin karışmasının temelinde îman zaafiyeti vardır. Nefsânî arzulardan kurtularak, ibadetlerde ihlâsa ermek ancak îmânın kuvvetlenmesiyle olur.

Günümüzde pozitivist bir nazarla öğretilen fenler, açıkça Allah’ı inkâr etmeseler de, zımni olarak Allah’ın kâinata müdahalesini reddederler. Bu fenler kâinatta meydana gelen bütün olayları; ya tabiata, ya sebeplere nispet ederler, ya da meydana gelen olayların kendi kendine olduğunu iddia ederler. Dünyanın hareketleri, bulutların oluşumu, yağmurun yağması, deprem gibi bütün kevnî hadiseler, daima bu maddeci anlayışla izah edilir.

Uzun yıllar okullarda bu fenleri okuyan, sosyal çevrede pozitivist safsataları soluyan insanlar da ister istemez meydana gelen olaylara bu perspektiften bakmaya başlarlar ve zihinleri buna göre şekillenir. Bu eğitimin tesiriyle bir kısım insanlar inkâra kolaylıkla meyledebilirler. İnkâra gitmeyen, ama eğitimin tesirinde kalanlar ise, -Aristo’nun tarif ettiği gibi- kâinata müdahale etmeyen bir Allah anlayışına sahip olurlar. Bu ise -bazen- insanı bilmeden küfre götürecek bir anlayıştır. Çünkü Kur’ân’ın bize anlattığı Allah, her an, zerrelerden güneşlere varıncaya kadar kudreti her yerde tecelli eden bir Allah’tır.

Allah’a inanmak mühimdir ama bu inancın da Kur’ân’a uygun olması şarttır.

Zamanın ruhu öğütüyor bizi, yakıyor; kimini una kimini küle çeviriyor.

Aldanmamak lazım!

Yapayalnız kaldığımız ‘an’ ne yaparız yoksa!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Muhsin Meriç Arşivi