Faruk Köse

Faruk Köse

Ordu, siyaset, hukuk...

Ordu, siyaset, hukuk...

Türk tarihi incelendiğinde iki niteliğin öne çıktığı görülür: Biri; Türklerde ya askerler yöneticidir, ya da yöneticiler asker... Diğeri ise, “Türk tarihi”, genel olarak “askeri faaliyetler tarihi” olarak resmedilir. Askeri faaliyetler ciltlere sığmazken, siyasi-idari, fikri-kültürel, iktisadi-ticari, bilimsel-sosyal vb. faaliyetlere, kısaca “medeniyet”e dair gelişmelere ilişkin bir cilti dolduracak veri bulmak bile çok zordur.

Peki, niye böyledir? Çünkü “biz Türkler atadan göçebe bir kavimiz.” Yüzyıllar boyunca yerleşik bir hayatımız olmamış ve o coğrafya senin, bu coğrafya benim dolaşıp durduğumuz için “yerleşik kültür geliştirememişiz.” Yerleşik olmayan bir toplumun iç ve dış güvenliğinin sağlanması ise ancak askeri bir disiplinle, topluma askerlerin komuta etmesiyle mümkün olabilir. Haliyle “önderlerimiz hep asker olmuş, sorunlarımız askeri yollarla çözülmüş.” Bu hususa dair başka bir alternatif olabileceğini düşünmemişiz bile.
Tabiî ki bugünden geriye doğru baktığımızda, “göçebe yaşantı biçimi”nin üzerimizde ciddi etkiler bıraktığını görüyoruz. Bu etkilerin en bariz olanı da şu: Göçtüğümüz yeri askeri açıdan fethetmişiz; ancak yerleştiğimiz yerin kültür ve medeniyetinin etkisinde kalmaktan, hatta edilgen bir hal alarak yerleşik kültüre tâbî olmaktan kurtulamamışız. Ne ironik bir durum ki, fethettiğimiz yerlerde askeri olarak herkesi kendimize tâbî kılarken, kültür ve medeniyet bakımından ise, askeri bakımdan bize tâbî olanlara tâbî olmuşuz.
İşte bu göçebe yapımızdan dolayı “yerleşik sorunlar”ı bir türlü çözememişiz. Sorunlar karşısında daima kaçak güreşmiş, “her an kalkıp gidecekmiş gibi” bir yaklaşım içinde olmuşuz. Bu hal, Selçuklular ve Osmanlılar zamanındaki yerleşik hayatın kök salmaya başladığı dönemlerde bile büyük ölçüde böyle devam edegelmiş. Hatta modern bir devlet biçimini esas alan Cumhuriyet devrinde de aynı durum sözkonusu; bugünlere kadar bir ölçüde işte böyle gelmişiz. Bu, devlet idaresinde veya siyasette de böyle, hukukta da, ekonomide de, sosyal olaylarda da, tabiî afetlerde de...
Yine bu sebepten, yerleşik sorunlara karşı “askeri çözümler”den başka çözüm yolları üretememişiz. Sonunda, sorunları çözen hep askerler olmuş, ya da sorunlar sadece askeri yollarla, askeri mantıkla çözülür olmuş. O da ne kadar çözülebilmişse... Bu durum askeri vesayetin sürekliliğine sebep olmuş.
Bu halin “hukuk” ve “adli sistem”de de böyle süregeldiğini görüyoruz. Hukuk da, yargı da bir türlü “sivil”leşememiş; zira bütün bir adli sistemi askeri disiplin biçiminde örgütlemişiz. Bu da yetmemiş, doğrudan askeri yargı ve hukuk, adli sistemin içinde hemen hemen yarıya yakın bir oranda yer bulmuş. Nitekim daha düne kadar, askeri mahkemelerin haricinde, sivil mahkemelere de askeri üye atanmıyor muydu? Hukukçular askerlerin brifingleriyle yönlendirilmiyor muydu? Adli sistemde askeri mantık hakim değil miydi?
Şimdi durum değişmeye, nihayet “göçebelik”ten kurtulup “yerleşik” hale gelebilmeye, sorunların çözümü için “askeri olmayan yollar” da geliştirilmeye başlandı ya, işte bu yeni durum, “alışmış bünye”ye çok “yabancı” geldi. Bugünkü sivil-asker eksenli sancıların, hukuk, yargı ve adli sistemde yaşanan problem ve gerginliklerin, ordu, yargı ve sivillik şeklindeki bir nevi kast sisteminin doğurduğu ne kadar sorun varsa, bunların esasında yatan ana sebep budur işte.
Ancak tam da bu noktada, bir temel hususun altını çizmek istiyorum.
Nasıl ki siyasi, hukuki, sosyal, kültürel, içtimai, iktisadi, tedrisi vb. hususiyetleriyle sivil hayat “askeri mantık”la yönetilemezse, aynen onun gibi, askeri işler de “sivil mantık”la yönetilemez.
Yani, her ne kadar tarih sahnesine çıktığı günden beri hareket halinde olan bir kavmin yerleşik hale gelmesi de uzun bir süreç alıyor olsa da, nihayet “göçebelik”ten “yerleşik” hayata geçiyoruz ya, bunu yaparken işin cılkını çıkarmamaya özen göstermek lazım. Bu nedenle, el’an işleyen süreçte askerin sivil hayata karışması ve sivil hayatın “asker kafası”yla yönetilmesi önlenirken, dengeyi iyi tutturmak ve sivillerin de askeri işlerin “sivil kafa”yla yürütülmesine yol açacak bir sonucu tesis etmemesi gerekir. Zira doğası gereği, “askeri işler” ancak “askeri kafa”yla yönetilip yürütebilir.
Her ne kadar sivil hayatın da “düzen”e ihtiyacı varsa da, düzenin sağlanmasının tek yolu askeri disiplin değildir; sivil hayat ancak “askeri vesayetten kurtulmuş hukuk”la düzene sokulmalı, “askeri kafa” sivil hayatın işlerine asla sokulmamalıdır. Aynen bunun gibi, her ne kadar askeri işlerin nasıl bir istikamete sevk edileceğine dair karar mercii, karar yetkisi sivil idareciler de olsa, işte bu genel strateji ve karar vermeden sonrasının, “askeri işlerin nasıl yürütüleceğinin askerlere bırakılması gerekir”, sivillerin de askeri işleri yürütmesine mani olmak lazımdır. Aksi halde ülkenin ciddi anlamda “emniyet sorunu” ortaya çıkacağından adınız gibi emin olabilirsiniz.
Bu arada “hukuk”un her türlü “ideolojik yaklaşımlar”dan arındırılması, “hukukçular kadrosu”nun da her halükârda, hukuku ideolojik yaklaşımlarına kurban etmeyenlerden teşkil edilmesi gerekecektir.
Eğer toplumsal yaşantının “ordu”, “siyaset” ve “hukuk” ayaklarının her birinin kendi asli işini yapması, asli fonksiyonunu icra etmesi sağlanır, bunun üzerine bir de bunların koordineli çalışmasıyla sağlanacak sinerji eklenirse, işte o zaman gerçek “adalet” ve “kalkınma”ya şahit olunacaktır.
Bunu sağlayacak eksenin, toplumun asli kimlik ve kişilik değerleri olduğunu unutmamak kaydıyla...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Faruk Köse Arşivi