Kuşkuların savaşı
Şu ömrü hayatımda Türkiye hakkında öğrendiğim temel gerçeklerden biri şudur: Bu ülkede kendi kapalı dünyalarında yaşayan kesimler vardır ve bunların her biri bir diğeri hakkında bazen paranoyaya varan kuşkular taşır.
Bu kuşkuların Aleviler ile Sünniler yahut Kemalistler ile muhafazakarlar arasında olanlarını biliyorduk. Son dönemde, özellikle de son bir haftada, haritaya yeni bir fay hattı daha eklendi: AK Partiye karşı cemaat.
Ben bugüne dek bu tartışmadan uzak durdum, çünkü, evvela, bunu zikrederek batılı tasvir etmekten çekindim.
İkincisi, hizmetlerini çok takdir ettiğim ve mensupları arasında çok dost edindiğim cemaati, ürkütücü bir gizlilik perdesi içinde resmetmek istemedim. Bu nedenle polis istihbaratını ve özel yetkili savcıları peşinen cemaatten sayan söyleme katılmadım.
Ancak ne yaparsak yapalım, algı bir süre sonra gerçeğe dönüşüyor. Dahası, cemaatten olduğunu bildiğimiz kalem erbapları da, aldıkları pozisyonlarla, bu algıyı silmeye değil aksine güçlendirmeye yardımcı oluyorlar.
Dolayısıyla, mevcut algıyı farz-ı muhal kabilinden de olsa kabul ederek bir kaç şey söyleyeceğim.
Cemaatin algısı
Öncelikle bilmeliyiz ki, cemaat dediğimiz insanlar, ceberrut bir devletin on yıllardır tehdit ettiği bir geleneğin mensupları. Sadece çay içip Risale-i Nur okudukları için derdest edilmiş, sırf namaz kıldıkları için işlerinden kovulmuş, kısacası öz vatanlarında parya haline getirilmiş insanlar. Daha beş yıl öncesinde bile, küstah generallerce Anadolu denizinde boğulmakla tehdit ediliyorlardı.
Bu yaşanmışlıklar nedeniyle, cemaatin, kibarca derin devlet dediğimiz Kemalist statükoya karşı bilenmiş olması, doğal ve anlaşılır bir durumdur. Bu, kanımca Türkiye için hayırlı da olmuş, çünkü söz konusu statükonun ezici gücüne karşı kararlı, cesur ve organize bir direniş geliştirmiştir. (Katolik Kilisesinin komünist rejime karşı Polonyada oynadığı rol gibi.)
Ancak bu tür büyük siyasi mücadelelerin bir handikapı vardır: Onu yürütenlerde keskinlikler, körlükler ve hatta özgüven patlamaları üretir. Bunun üzerine bir de Türkiyedeki her kesimin müptela olduğu komplo teorisi tutkusu eklenince, haklı bir davada taktik hatalar yapmaya başlar, hatta kurunun yanında yaşı da yakacak bir hoyratlık sergilersiniz.
Dahası, söz konusu radikalleşme, aynı radikalizmi paylaşmayan müttefiklerine karşı bile kuşku geliştirir. Örneğin AK Parti hükümeti de Ergenekona karşıdır, ama aynı hükümet bir taraftan da ordu ile uyum içinde çalışmak veya hapisteki gazeteciler konusundaki eleştirileri göğüslemek zorundadır.
Bu durumu hükümet Ergenekona taviz verdi, statükoyla uzlaştı diye yorumlarsanız (Taraf gazetesindeki bazı ultra-antimiliter yazarların da yaptığı gibi) yanılırsınız. PKKnın tasfiyesi konusundaki müzakereci gayretleri ihanet sayarsanız da yanılırsınız.
Cemaat algısı
Bunların yanında bir de cemaat hakkındaki algılardaki sorunlar var. Bunların başında da bu mütedeyyin hareketi (aynı ulusalcıların yaptığı gibi) dış güçlere bağlama eğilimi geliyor. İsrailin MİT Müsteşarı Hakan Fidandan rahatsız oluşundan yola çıkarak yapılan imalarda gördüğümüz gibi.
Oysa bu da yanlış ve haksız bir komplo teorisi. Cemaatin muhafazakar kesiminin geri kalanına nispetle ABD ve İsraile daha ılımlı yaklaştığı bir gerçek; ama bu, içinde bulunduğu uluslararası konjonktürün doğal ve anlaşılır bir sonucu.
Sonuçta, bana öyle geliyor ki, gerçekliklerden ziyade kuşkulardan beslenen bir gerilim var karşımızda. Bunu aşmanın yolu da, muhterem Fethullah Gülen hocaefendinin hep tavsiye ettiği yöntem olmalı: Diyalog.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.