İslâm rûhiyatçılarının (psikologlarının) farkı (2)
1800lü yılların sonunda Batı, dünya görüşü değişik türde bilimsel gelişmelere sahne oldu.
Boltzmann, termodinamiğin ikinci yasasını keşfetti, böylece kâinatın ezelden beri işleyen bir makine olmasının imkânsız olduğu ortaya çıktı. Çünkü kâinat bir ısı ölümüne doğru gitmekteydi. Öte yandan, Kuantum mekaniği ve Einsteinın genel rölativite teorisi de kâinatın bir başlangıcı ve bir sonu olabileceğini doğruladı. Büyük patlama (Big Bang) teorisi kâinatın zamanda ve uzayda sınırlı ve sonlu olabileceğini söyleyen, günümüzde henüz geçerliliğini koruyan en popüler teoridir. Kâinatın bir başlangıcı ve bir sonu olabileceği fikri, bir çok bilim adamını yüzyılı aşkın zamandır rahatsız etmektedir. Çünkü bu gibi fikirler bir Yaratıcının olduğunu hatıra getirir.
Batıyı; tanımadığı, tanımak istemediği, görmezlikten geldiği düşmanı nefs yedi, bitirdi, mağlûp etti. Artık, bu anlayışı terk etme aşamaları yaşanmaktadır. Batı, ferdî yetenek gelişim teknikleriyle rûh/duygu, his, mânevî ve moral yönümüzü de keşfetmiş. Maddeyi rûhun yönlendirdiğini ve hakikate yalnız akılla ulaşmanın imkânsızlığını idrak etmiş. Dolayısıyla kalb, sezgi, vicdân, his ve lâtifelerin desteğine olan şiddetli ihtiyacını kabul edip; kalb bir kumandan, sâir duygu ve lâtifeler de onun emrinde olursa ancak zafere ulaşılabileceğini anlamıştır. Pek çok Batılı psikolog, yaptığı araştırmalar sonucunda, dinin çocuğun rûhuna uygun seslendiği ve onun rûhî yapısına uygun düşeceği görüşünde birleşmiş.1 C. G. Jung, insanda tabii olarak bir dinî (mânevî) faaliyetin var olduğunu söyleyerek, İnsanın rûh sağlığı içgüdülerin olduğu kadar bu tabiî dinî işlevinin de uygun bir biçimde ifâde edilmesine bağlıdır2 der.
Müslüman terbiyegerde (eğitimci), rûhiyatçı (psikolog), ahlâkçı, mutasavvıf ve sosyal bilimcileri diğerlerinden ayıran farklı bir özellikleri daha göze çarpar: Rûh/duygu, zihin, zekâ geliştirme tekniklerini sadece teoride bırakmamış; rûhun yüce, ulvî duygularını geliştirme; menfî hasletleri kanalize edip, yer, zaman ve ölçüsünde kullanma san'atını da eğitim ve öğretimlerinin ana gayesi yaparak bizzat pratiğe dökme yollarını da göstermişlerdir. Rönesansa da öncülük eden medrese (üniversite), tekke ve zâviye (psiko-sosyal geliştirme ve kaynaştırma merkezleri) eğitim ve terbiye tarihi bunun ispatıdır. Kurândan alınan bu disiplinin gayesi; imânı yükseltmek, nefsi terbiye etmek, İslâm ahlâkını yaşatmaktır. Medrese eğitimiyle, tasavvuf (tekye ve zâviye) terbiyesinin istikrarlı devrelerini inceleyenler; insanın rûh-beden yapı ve ilişkisinin hem nazarî (teorik), hem de hâl, ilm-i bâtın tarzında ele alınıp uygulamaya döküldüğünü görür. İnsanın iç âlemini; pisoko-fizyolojik, nefsî cephesini de tetkik eden İslâm bilginleri; Kurân ve Sünneti temel referans alarak nefsi terbiye eden; rûhun ulvî cephesini yücelten çok değerli eserler verdiler. Kurân ve Sünnetin eğitim ve terbiyesinden geçen Müslümanlar, tarih boyunca çok faziletli, fedâkâr, nâzik, nazenin, hakperest, hak ve hürriyetlere saygılı, Allah ve kul hakkına riayet eden ferd, âile ve toplumlar oluşturdular.
Dipnotlar: 1- Kerim Yavuz, Çocukta Dinî Duygu ve Düşüncenin (7-12 yaş) DİBY, Ank., 1983, s. 39. 2- Friada Frodham, Jung Psikolojisinin Anahtarı (çev. A. Yalçıner) İst., 1983, s. 94.
30.03.2012
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.