İnançtaki farklılıklar, siyasi farklılıkları da kaçınılmaz kılar
İranın Saddam Hüseyin sonrası bölgede artan etkinliği ve Şiî hilali oluşumunun tetiklediği birçok endişe Ortadoğuda ayyuka çıkarken bu durum Türkiyede önemli ölçüde teenniyle izlendi diyebiliriz.
Ancak Suriye ayaklanmasının patlak vermesinden sonra, İranın bu fâsid rejimi bila kayd desteklemesi, İranın resmi mezhebinin bunda oynadığı rolün sorgulanmasını kaçınılmaz kıldı. Hatta kimi hocaefendiler İranı devrimin ilk yıllarından beri yanlış tanımak ve tanıtmaktan esef duyduklarını deklare eden yazılar yazdılar.
Acaba İran, Şiî reflekslerle hareket ettiğinden dolayı mı gulat Şiî Nusayrî fırkasını destekliyor, çoğunluğu Sünni olan halkın iktidara gelmesini istemiyordu? Bu soru, bugünü çok meşgul eden ve kafa karışıklığı yaşanan derin bir yaraya işaret ediyor.
Bizim kanaatimiz tâ başından beri İranın din algısının da mündemiç olduğu millî çıkarları doğrultusunda davranmakta olduğu yönündeydi. Oniki İmam Şiîliğinin Nusayrî Şiîliği ile itikad olarak örtüşmediğini bildiğimizden bu meselede de kendi dinî ve siyasi çıkarlarını öncelediğini söyledik. İranın, ümmetçi hassasiyetlerden uzak, ulus devlet duruşuyla harmanladığı itikadının siyasi tavır alışında etkili olduğu bugün gelinen noktada daha açıkça ortaya çıkmış durumdadır.
Tam da burada bir farklılığı gündeme getirmek istiyorum. Bazı önemli kalemler, son günlerde, Şiîlik ve Sünnilik arasında gündeme gelen gerginlikte itikadi farklılıkların fazla belirleyici olmadığını, belirleyici olanın dünyevî siyasi çıkarlar olduğunu iddia sadedinde yazılar yayınladılar. Doğrusu bizim buna tamamen katılmamız pek mümkün gözükmüyor.
Biz, Şiîlik ve Sünnilik iddialarını ciddiye alan toplumların, bu toplumların yön verdiği devletlerin itikadi duruşlarını siyasete kurban verdiklerini ve bu yüzden de ihtilafların özünü siyasi çıkar çatışmalarının oluşturduğunu söyleyenlerin, bu kanıya aceleyle vardıklarını düşünüyoruz.
Bir insanın hareketlerini, gelecek tasavvurunu, bu minvalde geliştirdiği stratejileri vs. hep inandığı değerler sistemi oluşturur çünkü. İnsan ve toplumların veya onların şekil verdiği bir devlet aklının; ya seküler ya da dinî bir dünya görüşüne dayandığını biliyoruz. Dayandığı dünya görüşünün derinliği ya da derinsizliği o devletin reflekslerini, stratejik derinliğini mutlaka belirleyecektir, aksi düşünülemez. Aksi düşünüldüğünde inanç ve amelleri örtüşmeyen hastalıklı bir durum ortaya çıkar ki, bunu söylemek inanç sistemlerini hafife olmak olur.
İran özelindeki toplum ve kurumlar dinî inançlarını siyasi projelerine karıştırmamak iddiasında olan seküler kişi ve kurumlar değildir. Bilakis inançlarını önemseyen ve bu çizgide inançlarını bünyesinde canlı yaşayan bir toplum ve devlet oluşturma gayreti sergileyen kesimlerdir. Hâl böyle olunca da Şiî itikad sisteminin Şiî toplumların Sünnilerle olan ilişkilerini, onlarla olan ihtilaflarını etkilemediğini söylemek doğru gözükmüyor bize.
Medeniyet tasavvuruna sahip her ülke inandığı itikad sistemini, onun şekillendirdiği ibâdet, ahlâk ve muamelatı toplumsal hayatta yaşanan canlı bir realiteye dönüştürme mücadelesi verecektir, işin doğası bunu gerektirir. Bu hem Şiî hem de Sünni kesimler için geçerlidir, dolayısıyla fazla yadırganacak bir durum değildir.
Önemli olan bunu çatışmaya vardırmamak, Şiî-Sünni zemininde Ortadoğuyu bir savaş alanına çevirmemektir. Bunu önlemek için itikad sisteminin bugünkü yaşananları pek etkilemediğini söylemek doğru bir teşhis değildir. Teşhis doğru konmalı ki çözüm de doğru adreste aransın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.