Uzun Hikâyeye kısa not
Aslında bu hafta da yeni üniversite kanununu yazacaktım. Pazartesi akşamı sevgili Erdalla Uzun Hikâyeyi seyredince Boş ver YÖKü MÖKü...
Bu film daha önemli YÖKten... Bu filmi yaz!... dedim kendi kendime.
Uzun Hikâyenin filminin çekileceğini duyunca ve hele filmi Osman Sınavın çekeceğini de öğrenince baya baya merak etmiş ve hatta gözümün önüne o tren istasyonları gelince, ne yalan söyleyeyim, biraz da heyecanlanmıştım.
Bulgaristan göçmeni Pelvan Sülümanın torunu Ali, karısı Münire ve çocukları Mustafanın adalet hikâyesi gibi görünse de aslında anlatılan, 1960-1970ler Türkiyesinde taşra kasabalarının hikâyesi idi. Sakin, dingin, zor değişen ama kendi içindeki küçük gündemi ile kendini var etmeye çalışan kasabalar.
Hikâyede ufak tefek teknik problemler görmüş olsam da, genel olarak sevmiştim. Kutlunun hikâyelerini severim çünkü.
Fakat filmini merak ediyordum...
İki sebeple merak ediyordum.
1) Sinema ile ilgili ilk bilgilerimi, 1970lerde, Kutlu ve arkadaşlarının çıkardığı Hareket dergisinden edinmiş ve meselâ Halit Refiğ sinemasını o dergiden öğrenmiştim. Bu bilgilenme, Dergahta 1990larda Ayşe Şasa ile devam etmişti. Kutlu, sadece bir hikâye yazarı değildi; aynı zamanda resim de yapar ve sinemayla da ilgilenirdi. Bu yüzden onun hikâyelerinde, ben çoğu zaman bir kadraj endişesi de sezerdim. Böyle bir hikâyecinin hikâyesi sinemaya aktarılınca nasıl olacak? diye merak ediyordum.
2) Osman Sınav bir film yaptı mı mutlaka onda bir iddia vardır. Bakalım Uzun Hikâyede ne yapacak? diye merak ediyordum.
Senarist Yiğit Güralp, hikâye metnini biraz kısaltmış ve bazı olayların yerini değiştirmiş. Herhalde, bazı kısımların tekrar olduğunu düşünmüşler de o yüzden kısaltmışlar.
Meselâ yerel tarihçi-edebiyatçı ve her şeyci Şeref Bey ile ilgili kısım çok kısaltılmış. Keşke burası tam verilseydi. O sahnede, eli kalem tutan taşralıların ümidi ve hüznü iç içedir.
Mesela, Venüs kuaför (Mualla) ve kızı Sunalı kısım zaten yok ve Kara Turanın uçan balondan Sunanın evine gül dökmesi, Savcının kızı Aylalı kısma aktarılmış ve gülleri de Kara Turan değil, Mustafa dökmüş.
Mesela sondaki Ferideli kısım çıkarılıp Mustafanın, savcının kızı Aylayı kaçırması ile final yapılmış.
Elbette, filmle hikâyeyi uzun uzun karşılaştıracak değiliz. Film ayrı iş hikâye ayrı iş birâder...
Ben filmi niye sevdim?
Önce, sinema sanatının bütün avantajlarının kullanılarak perdeyi dolduran o trenli sahneler harikaydı. Tren ve insan... Birbirine uzak gibi görünen ama kaderleri sanayi devrimi ile kesişmiş iki kadim dost.... Sanayi gücünün basit Anadolu kasabalarına tesiri... Ve sadece yüreği ile ayakta kalabilen Alinin gücüne paralel işlenen tren görüntüleri...
Osman Sınav, hikâyeyi yoğunlaştırarak doku gücünü arttırmış. Her ne kadar olay, dış ses ile anlatılıyorsa da, görsel anlatma, dış ses karşısında önemini yitirmemiş ve yoğun anlatım, taşra kasabası ve tren istasyonları ile etkili bir şekilde anlatılmış.
Filmle ilgili olumsuz tespitlerim yok mu? Var ama çok değil...
Mesela, Kenan İmirzalıoğlunun yakın çekiminde, gözleri, filmin sevgi ve şefkat boyutuna biraz ters düşüyor. Kenanın göz çizgileri, biraz keskin ve hırçın. Ali gibi müşfik bir baba için, hele oğluyla olan yakın çekimlerde, göz çok sert kalıyor.
Bir mesela daha: Hikâyede, Safiye Ayla ile beraber Hamiyet Yüceses de zikredilir. Keşke bir şarkı da Hamiyetten eklenseydi ve finalde Hamiyet veya Safiye Ayla olsaydı keşke.
Seyretmeye değer bir film. Emeği geçenlere teşekkürler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.