Dünden Bugüne 29 Ekim ve Düşündürdükleri
Her 29 Ekim arefesinde geçmişe dalar gider, hâli düşünür, geleceğe korku-ümit arası bir duyguyla bakarım. “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı”na yüklenen haddi aşan övmeci mantığı da, protokollere hapsedilen ‘devletçi yapı’dan da ‘cumhursuz cumhuriyet’ katılımlarından da rahatsız olurum.
89 yıllık tarihin ilk 50 yılına baktığımızda; katledilen özgürlükler, sıra sıra darağaçları, gömülen Kur’an’lar, yakılan köyler, depo yapılan camiler, topa tutulan şehirler, İstiklâl Mahkemeleri, Takriri Sükun’lar, zulümler, işkenceler... “Allah!” demenin yasak olduğu, cenazeleri kaldıracak din adamı bulunmadığı için koktuğu dönemler... Yakın tarihe baktığınızda 27 Mayıs’lar, 12 Eylül’ler, 28 Şubat’lar, 27 Nisan’lar, Ergenekon yapılanmaları... Yine işkenceler, zulümler, katliamlar, faili meçhul cinayetler... Bundan nemalanıp Kârun gibi zenginleşen bir zümre. Bütün bu kokuşmuşluğa, içkiyi, kumarı, fuhuşu, rüşvetin yaygınlaşmasını, ‘insanın unutulması’nı ekleyin sonra da elinize tutuşturulan bayrağı kapıp törenlere koşun! Kokuşmuş düzen savunucularının talan örneklerini de unutmayın. Yargılananların servetini hatırlayın yeter.
Bu talan ve yağmaların ilk örneklerini görmek istiyorsanız, Cumhuriyeti kuran kadroların servetlerine bakın. Ama dikkat edin, göreceğiniz rakamlar, sizi şaşkına çevirip küçük dilinizi yutturabilir. Sadece şu kadarını söyleyelim: 1919’da Sultanın parasıyla Anadolu’ya çıkanlar, 5 yılda Sultandan fazla servet sahibi olup Kârunlaşırlar. Yalnız o mu? Korkunç bir de dikta rejimi kurarlar ve “söyletmen vurun” taktiğini uygularlar.
Cumhuriyetin serencamını şu vereceğim misal üzerinde düşünebilirsiniz.
Bir gemi düşünün. Açık denizde korsanların saldırısına uğramış. Gemide bulunanlardan kimileri geminin rotasını kendilerine verirlerse gemiyi korsanların talanından ve tecavüzünden koruyacaklarını vaad etmişler. O hengâmede gemi ahalisi geminin dümenini bunlara teslim etmiş. Gemi nihayet korsanların fiili işgalini atlatmış. Fakat gemi halkı bu defa da geminin kaptan köşküne oturanların korsanlığı ile karşı karşıya kalmış. Gemi halkının kaptan köşküne oturttuğu bu zümre, gemi halkını haraca kesmeye başlamış. Onlara korsanlardan bin beter çektirmişler. Haydut kıyafetleriyle değil de, fötür şapka, kravat ve takım elbiseleriyle... Kaptan köşkünü işgal eden bir avuç ayyaş, yolcuların iradesine rağmen geminin rotasını korsanlardan yana döndürmüşler.
Yolcuların içerisinden: “Biz sizi bizi korsanlara karşı koruyasınız diye seçtik, korsanlara teslim edesiniz diye değil” şeklinde itiraz edeni gemide kurdukları sıra sıra darağaçlarında sallandırmışlar. Gemi halkı yabancı korsanlara yerli korsanlar eliyle teslim edilmiş. Bu korsanlar gemi halkından gasbettikleriyle kuruldukları kaptan köşkünde günlerini gün etmeye başlamışlar. Geminin dümenine talip olan herkesi gemiyi batırmakla itham ederek ya küreğe koymuşlar, ya denize atmışlar ya da ipe çekmişler. Bakmışlar ki gemi halkı gittikçe üzerlerine geliyor. Oturup bir çare düşünmüşler. Sonunda bulmuşlar: Buna göre ikinci bir kaptan köşkü daha yapılacak. Oraya bir de dümen uydurulacak. Gemi halkının seçtiği kaptan o sahte dümenin başına konacak.
Gemi halkı gemiyi kendi kaptanları yönetiyor zannedecek ve avunacak. Bu yerli korsanlar da malı götürmeye devam edecekler. Bu plan yürürlüğe konmuş. Gemi ondan sonra her karaya oturuşta gemiyi karaya oturtanlar yalancı dümenin başında bulunanları “gemiyi karaya oturtmakla” suçlayıp halkın seçtiği kaptanı oradan alaşağı etmişler. Ve gemi halkına da parka altından silah göstererek “yaptığınızı beğendiniz mi” yollu suçlamalar yapmış ve yine “kurtarıcı” olarak kendilerini alkışlatmayı başarmışlar. Neticede savaşan millet, kurtulan onlar. Kazanan millet, yiyen onlar. Ağlayan millet, gülen onlar. Kaybeden millet, kazanan onlar olmuş. Kim onlar? Bu memleketin, bu milletin sırtına sülük gibi yapışıp kanını emen ve iktidarı halka devretmemek için sivil-asker diye kendi içerisinde iki takım kurup iktidar topunu paylaşan sabataist, batıcı azınlık.
Hikâyeden gerçeğe dönsek uzar gider. Eskiler “ârif olan anlasın!” derlerdi. Cennet gibi bir ülkede refah içerisinde yaşaması gereken halkın çektiği sefaletin ve 21. yüzyılın eşiğinde ölen, öldürülen on binlerce gencin hesabını kim verecek? Osmanlının 6 milyon küsur km2’lik toprağından geriye kalan küsurunu parçalanmanın eşiğine getirmenin hesabını bize kim verecek? Bu milletin Çanakkale savaşında vermediği kaybı her yıl terör canavarına vermesinin hesabını kim verecek? Bir sürü cevabı verilmeyecek soruları sıralayabilirsiniz. Bugünlere gelinceye kadar ki serüvenin bilinip ‘29 Ekim’leri protokol kutlamalarından kurtarıp mâzi-hâl-istikbal muhasebesinden geçirerek işe başlanabilir, günah çıkaracaklara da samimi ‘tevbe kapısı’ açılabilir belki.
Müslümanlar, bu zavallıları seviniz. Onlar sistemin gerçek kurbanları. Ana-babadan görmemiş, tahsil hayatlarında görmemiş, basın-yayın, medya, bilgisayar teknolojisi, internet, vs. malum. Bu zavallı güruh dinini nereden öğrenecek? Sırf İslâm’ı değil, hiçbir şey bilmiyorlar. Ne yakın tarihi, ne uzak tarihi. Ne dünyayı ne de ahireti. Sadece ezberletilen sloganlar, ‘Kahrolsun’la başlayan ve biten çığırtkanlıklar. Ne camiye girebiliyorlar ne de camiyi terk edebiliyorlar. Şeriatın (Dini vecibenin) gereği katıldıkları cenazelerde bile ‘Kahrolsun Şeriat!’ deyip solmayan, sönmeyen, eskimeyen, pörsümeyen, “tekbir” yahut “dua” yerine, yakalara iğnelenen resimler, sevinç gösterisinin, sevincin sembolü olan alkışlar, ölüye de diriye de faydası olmayan ‘saygı duruş’ları veya çiçek atmalarla seremoniyi tamamlıyorlar. Nasıl acımazsınız bu zavallılara... Nasıl hatırlamazsınız ‘onlar bilmiyorlar Ya Rabbi!’ diyen Rasulüllahı. Uhud Savaşı esnasında Allah Rasulü ölümle burun buruna gelir. Yüzü gözü kan revan içinde bırakılır. Etrafındaki sahabiler, düşmana beddua etmesini teklif ederler. Peygamberimiz iki elini kaldırır ve şöyle dua eder: “Sen bunlara hidayet et. Zira onlar bilmiyorlar Allah’ım!”
Hayatında hiç bal yememiş birini düşünün. Sadece bal yememekle kalmamış, kendisine uzatılan bal kavanozunun içindekinin zehir olduğuna inandırılmış. Öylesine inandırılmış ki kavanozdaki balı değil yemek, onun insanı öldüren keskin bir zehir olduğuna. Ya bala karşı şartlandırılmış olanlara ağzını açtırıp zorla tattıracaksınız. Ya da siz bunun zehir olmadığını yiyerek ispatlayacak ve ikna edeceksiniz. Bir başka zorluk da ‘dili tad alma hassasiyetini kaybetmişse ne yapabilirsiniz?’ sualine cevap bulacaksınız. Onların vaziyeti bu!
Ömrünü; darağaçlarına, darbelere, dış desteklere borçlu olan sistemi; biraz da “muhafazakâr demokratlar” uzatacak herhalde!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.