Yeni cumhuriyet!..
Cumhuriyetin İlk Yüzyılı (1923-2023), İlber Ortaylının son çıkan kitabının adı!.. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılının ardından, Cumhuriyetin İlk Yüzyılı!.. Dolayısıyla son iki yüzyılımızı, bir tarihçinin perspektifinden okuma imkânı buluyoruz bu eserlerde. Yazarak değil konuşarak kendini ifade eden İlber Ortaylının, biraz da buna nobran kaçan üslûbunu eklerseniz, onun nasıl bir tutum takınmış olabileceğini tahmin edersiniz.
Osmanlı tarihine, Slav tarihine, ayrıca da son yüzyılın siyasi tarihine vukufu bulunan İlber Hocanın, tarihî vukuata biraz dıştan ve tepeden baktığını unutmamak gerekir. Yani tarihle kendi arasında kısmî bir mesafe koyarak bakmak gibi bir yöntemi var onun!.. Bu tutumu onu dönemin siyasî aktörleri ile özdeşleşmekten, kimini göklere çıkarırken diğer bir kısmını yerlerde süründürmekten uzak tutuyor. Daha doğrusu da bir hizip ve klik adına tarihi eğip bükmekten alıkoyuyor. Burada da ister istemez, kişileri yargılamaktan veya savunmaktan ziyade, tarihin akışını ve zamanın ruhunu tesbite yönelik bir mesâiye dönüşüyor onda tarihçilik!..
Her iki eserin muhtevasına değil metoduna dönük bu tesbitlerle varmak istediğim husus şudur. Tek parti yıllarının acımasız uygulamaları bir yana, şu anda başta bulunan iktidar, Cumhuriyetin yüzüncü yılını büyük bir hedefe dönüştürerek, ona göre bir siyasi program hazırlığı içinde görünüyor. Ortak siyasî ve vokabülerde bunun adının, 2023 vizyonu olduğunu hepiniz bilirsiniz. Türkiyenin ilgili tarihe ulaşmak için, fazla zamanı da kalmadı sayılır. 500 milyar dolarlık ihracat, gayri sâfi milli hâsılanın şu kadara, kişi başına düşen milli gelirin bu kadara yükseldiği bir Türkiye!.. Büyük ve zengin ülkeler sıralamasında ilk ona girmek!.. Buradan da Türkiyenin, küresel bir aktör olarak yeniden dizaynı gibi hedefler!.. Bu tür hedeflerin hepimize heyecan verdiğini söylemekten niçin geri duralım?
Bu hedeflerin kuşkusuz Cumhuriyetle alâkası kurulamaz. Çünkü Cumhuriyet doğrudan bir rejim biçimi iken, diğer hedeflerin bununla alâkası doğrudan değil, dolaylıdır. Yani idare olunduğumuz sistem cumhuriyet veya demokrasi değil de, meşrutiyet veya sosyalizm olsa, gene böyle hedeflerimiz bulunabilirdi. Dolayısıyla böylesine millî heyecanları illâ ve illâ bir rejimle, sistemle özdeşleştirmek şartı da yoktur.
Ama şu da bir gerçek ki Türkiye, Birinci Büyük Savaşın ardından akdedilen Lozan Antlaşması ile yeni bir devlet olarak vücut buldu. Yani Lozan öncesinde verilen mücadele ile, Osmanlı İmparatorluğunun devamı veya ondan bütünüyle ayrı bir tüzel kişilik olarak teşekkül etti. Fiilen var olan, fakat uluslararası tanınmışlığı tam olarak gerçekleşmemiş siyasi bir yapı!..
İşte o safhada Türkiye doğuda Ermenilerle, batıda Yunanlılarla savaşarak, işgal altında kalan topraklarının bir kısmını kurtarsa bile, büyük müstevli güçlerin İstanbul üzerindeki hakimiyetleri elan devam etmekte idi. Aynı şekilde hem Osmanlı Meclis-i Mebusanının, hem Ankaradaki Meclisin ilân ettiği Misak-ı Milli hedeflerine de henüz ulaşılmış değildi.
Hatayın güneyinden Halepe, oradan Musula doğru uzanan bir hat, Batı Trakya ve Batum gibi önemli bölgeler. Tabii en başta da tarihî başkentimiz, makarr-ı hilâfet olan İstanbul!.. Bütün bu bölgelerin dışarıda kaldığı bir Milli Mücadelenin, hedefine ulaştığı söylenebilir miydi?
İşte Milli Mücadelenin böyle bir noktada durduğu, daha doğrusu da mücadelenin yarım bırakıldığı ortadadır. Dolayısıyla bu nokta, Milli Mücadele hareketinin kördüğümünü teşkil etmektedir.
Peki ne yapmak gerekirdi?
Ya Milli Mücadeleyi İstanbula, Halep ve Musul istikametine doğru yönlendirmek ya da bu işe bir nokta koymak gerekmez miydi? Nitekim o günkü kadrolar mücadeleyi, bu yönde sürdürmekten yana olmadılar. Daha doğrusu da bunu göze alamadılar. Belki düşündüler, ama cesaret edemediler.
Kaldı ki bunun manası, Cihan Savaşının kaldığı noktadan devamı gibi bir şey olmaz mıydı? Dolayısıyla İstanbul hükümeti silâh bıraktığına, payitahtın işgalini de sineye çektiğine göre!..
Bunların hepsi kabul, fakat İstanbulun durumu ne olacaktı? Hatırlarsanız, Milli Mücadelenin öncü kadrolarının İstanbul için vuzûhlu bir politikaları, daha doğrusu çıplak bir taahhütleri bulunmamakta idi. Dolayısıyla hadisenin kapalı ve karanlıkta kalan yanını çözmek için, biraz durmak ve düşünmek gerekiyor. Yani yeni Türkiye, İstanbul için lâzım gelen bir savaşı göze alamıyor. Fakat sonunda da İngilizler durduk yerde, İstanbulu tahliye ederek Ankara hükümetine teslim ediveriyor. İşte bize göre Milli Mücadelenin ve Lozanın karanlıkta kalan yanı burada yatmaktadır.
İstanbulu İngilizlerin Ankara hükümetine, önemli bazı ödünler karşılığı teslim etmiş olmaları!.. Saltanatın değil hilâfetin lağvı, Musulun gözden çıkarılması veya tehiri, asıl önemlisi de peyderpey cereyan edecek olan devrimlerin yapılmasına dair taahhütler gibi!..
İşte bu pazarlıkların ardından iki şey birden vuku buldu: Birincisi Milli Mücadele hükümetinin, uluslararası hukuka göre tanınması meselesi!.. Bir devletin sonunun (Osmanlı) ilânı ve yeni devletin uluslararası tanınmışlığı meselesi!.. Lozanın özü budur.
İkincisi de bir yönetim biçimi olarak Cumhuriyetin ilânı!.. Dolayısıyla üst üste binen bu iki hadisenin dışarıya ve içeriye dönük sunumları, birbirinden o kadar farklı cereyan etti denilebilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.