Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Ali Bayramoğlu... Hilal Kaplan; “Kürt Sorunu”, Kilisede Fotoğraf” vesa

Ali Bayramoğlu... Hilal Kaplan; “Kürt Sorunu”, Kilisede Fotoğraf” vesa

“Türkiye kimi derin sorunlarına çözüm buldu” diye başlayan makalesinde, bu sorunları “Laiklik, kamu alanı, yaşam biçimi meselesi” diye sıralıyor ve elde edilen sonuçları “28 Şubat sonrası başlayan toplumsal deneyim süreci ve 2002 Kasım seçimleriyle hız alan eski düzenin adım adım yıkılmasının neticesi” olarak yorumluyor Ali Bayramoğlu. 

Doğrusu Sayın Bayramoğlu’nu bir yazar olarak kaliteli bulur, yaptığı entelektüel seviyesi yüksek sosyolojik değerlendirme ve siyasi analizleri beğenir, dahası samimiyetine de inanırım.

Kimse hemen kızmasın, her görüşünü benimsiyorum anlamında değil bu. Mesela Kürt meselesine (bana göre, artık buna PKK-BDP-KCK sorunu demek daha doğru olacak, fiiliyatta hala bazı eksiklikler olsa da inkâr, ret ve asimilasyon politikalarını büyük ölçüde terk edildi çünkü) bugünkü bakışını ve şu anki durduğu yeri alkışlamıyorum. Yani genel olarak katıldıklarım da var, katılmadıklarım da.

Her ne kadar şimdilerde, özellikle bu sitenin misyonunda vücut bulan karşıt bir duruş sergiliyormuş gibi olsa da Bayramoğlu’nun, derin askeri vesayetin doruğa ulaştığı o meşum 28 Şubat sürecinde, AKP’nin meşruiyet sınavıyla sigaya çekildiği 2002-2003’lerdeki ilk iktidar yıllarında, başörtüsünün hâkim güçlerce cumhuriyetimiz için nükleer bomba muamelesine tabi tutulduğu yakın tarihimizin son otuz yılında göstermiş olduğu açık sözlü, omurgalı dik duruş, sergilediği demokratik tavır görmezlikten gelinecek gibi değildir. Bir kere bu hakkı teslim etmek gerekiyor.

Anadolu’da “Yiğidi öldür hakkını yeme” derler… Bunu da neden böyle söylemişler ve ille de “öldürmek” kelimesini kullanmışlar, doğrusu bilmiyorum! Belki de bizim coğrafyamızda, “ölmek, öldürmek” alışılagelmiş olgular olduğu içindir ve “yiğidi öldürmek durumunda kalsan bile hakkını ver” anlamında kullanılmıştır, her neyse.

Ama biz ne yiğidi öldürelim ne de hakkını yiyelim. Yiğit yiğitse, yiğitliğiyle yaşasın. Yaşarken de hak ettiği neyse hakkını alsın. Yiğitle, her kimse, bir mücadele yapılacaksa, bu şartlarda, bu meşru zeminde yapılsın; bu insani gelişmişlik düzeyinde, şahsi hukuk dairesine girmeden, harimi ismetini çiğnemeden. Belden aşağı vurmadan yapılsın. Demokratik yol ve yöntemlerle yapılsın. Herhangi bir kesimin, bir siyasi cenahın ya da silahlı grubun arkasına sığınmadan, onların yeminli sözcülüğüne soyunmadan yapılsın. İdeolojik kalıplara hapis olmadan, milleti kamplara bölmeden yapılsın.

Ve …Herkes bırakalım ne söyleyecekse söylesin, düşünceleri neyse ifade etsin. Yüzlere maske takınca, dillere mühür basınca, kalemler kırılınca, yani “bile bile lades” cinsinden kapalı kutu olunca daha mı iyi olacak? Söylenilen neyse, beğensek de beğenmesek de sükûnetle dinleyelim. Öyle yürekten hoş göremesek de hiç olmazsa tahammül gösterelim.

Söyleyeni söyledikleriyle beraber belleğimizde, yüreğimizde, vicdanımızda hak ettiği yere ancak böyle koyabiliriz. Ve ona göre de değerlendirmelerimizi yapar, davranışlarımızı biçimlendirebiliriz. Bilmeden yapacağımız zihinsel kurmalardan, bizi gerçeklikten uzaklaştıracak duygusal kopmalardan, ön yargılı saplantılardan daha iyi değil mi bu?

Mesela Bayramoğlu “Türkiye Kürt sorununu yıllarca politik ve toplumsal bir sorun olarak kabul etmedi. Bir asayiş meselesi, iç ve dış destekli ‘eşkıya’ ya da ‘kalkışma’ işi olarak gördü. MHP örneğinde olduğu gibi bunu bugün hala böyle görmeye devam edenler, böyle görmeyi tercih edenler var. Bu tür bir tanımın gerektirdiği asayiş politikaları Türkiye'ye pahalıya patladı. Askeri vesayetin derinleşmesine bahane oluşturdu.” ya da “1980-2000 arasındaki askeri önlemler Kürt sorununu dindirmek bir yana sadece derinleştirdi. Tepkiyi ve bölgedeki milliyetçiliği besledi. Kürt sorunu Kürt siyasi hareketiyle, milliyetçilikle, siyasi taleplerle iç içe girdi; kitleselleşti.” derken yerden göğe kadar haklı değil mi?

Ya da benzer cenahtaki (öte cenah!) bir başka yazar Zülfü Livaneli, Türkiye’deki değişimden söz ettiği bir yazısında “Peki bu değişimin yönü ne? Bunu kısaca’ muhafazakârlaşma, Orta Doğu ülkesi olma, zenginleşme ve kalitesizleşme’ olarak adlandırabiliriz.” diye bir saptama yaparken çok mu zarar ediyor Türkiye, kıyamet mi kopuyor? Hadi buna katılmadınız, mesela “kalitesizleşme” kelimesine takıldınız, o zaman bu cümleden sonra gelen şu satırlara ne diyeceksiniz?: “AKP'nin önümüzdeki yerel ve ondan sonraki genel seçimleri de alacağını söylemek kehanet değil. Bunu herkes görüyor. Hatta beş yıl sonra Erdoğan halk oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı olacak, belki de Abdullah Gül'ü Başbakan olarak göreceğiz.. Yani Türkiye en az on yıl daha AKP'nin elinde. Çünkü karşısında hiçbir güç yok” …Nasıl, ona karşıt duran cenah için (beri cenah!) hoş değil mi?!

Peki, ya Kılıçdaroğlu için söyledikleri!?.. “Koltuğunu kaybetmemek için uyuşturucu satıcılarını bile partisine üye kaydeden CHP başkanı, zaten AKP ile anlaşmalı olarak götürüyor bu sistemi.” Yani bu cümleye söylenilebilecek ancak bir tek şey olabilir, o da “kaymaklı lokum” değil mi? Tabii bu beri cenah için!

Eee peki, adamcağız buraya kadar iyiydi de bunların arkasından “Her önemli işin başında; liyâkata göre değil de tarikat ilişkilerine göre seçilmiş insanlar var.” dedi ise kötü mü oluyor birden. Hiç olmazsa liyâkatla, işi ehline vermekle bizleri mükellef kılan hadis-i şerifi hatırlayıp “Acaba bu kadar doğruyu söyleyen bir kişinin bu cümlesinde de bir nebze olsun haklılık payı olamaz mı” diye düşünmeyecek miyiz?

Ahmet Altan, Hasan Cemal’ın “İşler Zıvanadan Çıktı” diye başlayan yazısına atıfta bulunarak “Avrupa’dan kopup, Ortadoğu’da Sünni Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olup ‘herkese nizam vereceğiz’ derken esamisi okunmayan bir ülke hâline getirdiler Türkiye’yi.” diye yazarken ve arkasından da “Ortadoğu’da Türkiye’ye tokadı çakmayan ülke kalmadı neredeyse.” diye ilave ederken bazı şeyleri abartıyor elbette.

İkinci cümlesini İktidar partisine karşı olan (daha çok Sayın Erdoğan’a gibi!) kişisel husumetine ve özgürlükçülüğünden kaynaklanıyor olsa gerek o boyun eğmez pervasızlığına yorsak da birinci cümledeki manayı dikkate alınca gerçekten de bir Sünnilik kokmuyor mu son zamanlarda izlenen dış politikalarımız? Eğer böyle bir iddia varsa ve bundan da rahatsız olan vatandaşlar mevcutsa, üzerinde durulmasın mı hiç? Bunun doğru olabileceği, eğer doğru ise doğurabileceği menfi sonuçlar düşünülmesin mi? “Sünnilikse iyidir, Sünni liderler iktidar olur, bu da işimize gelir” mi diyelim peşin satmış, parayı cebine indirmiş, işini bitirmiş esnaf misali? Bu kadar basit mi bu? Başkalarının Müslümanlara Müslümanların da kendilerine yaptıklarını, tarih boyunca oluk oluk akan kardeşkanını, mezhep kavgalarını hatırlamayalım mı? Çözüm bu mu yani?

Doğru, “Böyle sarhoş gibi davranan bir iktidar partisinin örneğini yeryüzünde bulmak gerçekten zor.” gibi bir cümleyi, şayet ayık olduğundan emin olduğumuz birinden duyuyorsak tabii, sükûnetle karşılamak elbette zordur. Ama öyle de olsa buna vereceğimiz cevap aynı minval üzere mi olmalı? “Herkes kendine yakışanı yapar” deyip bize yakışacak olanı aramayalım mı? Duyanlar, ayık olanla olmayanın, Allaha hesap verme endişesini taşıyanla taşımayanın verdiği cevabı ayırt edemesin mi?

Bu topraklarda bir arada huzur içerisinde yaşamanın, demokrasi yolunda ilerlemenin öncelikle ve özellikle kendi aramızdaki diyalogu geliştirmekten başka bir yolu var mı?

Bu konuda söyleyeceklerimiz bu kadarla sınırlı değil elbette. Kısmetse, haftaya devam edeceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi