Din, sosyal hayat ve farklılıklar
Zamanın tasdik ve tefsiriyle de anladık ki, dinin sosyal hayata yansımasından doğan tarikat ve cemaat farklılıkları ayrılık ve gayrılık değil; sosyal hayatın birer gerçeği ve bir zenginlik.
Nasıl ki, herkes farklı simaya, vücut yapısına, sosyal seviyeye, mesleklere sahip ise; ordular hava, kara, deniz, tabur, tümen, alaylara ayrılıyorsa; farklı cemaat, tarikat ve meşreplerin olması da tabiidir. Değişik fıtrat, meşrep, mizaç ve meslekte olan insanları elbette “tek bir meslek ve meşrep” içinde tutmak imkânsız.
“Lâilâhe illallah, Muhammedü’r-Resûlullah” diyerek İslâm dâiresine giren her ferd, bu “ordu”nun bir takımı, mangası, bölüğü veya taburunda vazife alır ve hizmetini ifâ etmeye çalışır.
Müslümanlar, imanın, insanları Allah’a intisap ettiren en güçlü bir bağ olduğunun idrâkinde. “Tek Yaratıcı”nın kulları olmanın getirdiği “unsurlar”, “Mü’minler ancak kardeştir” fermanıyla tebellür ediyor. İmanın ruhlara işlediği kardeşlik, evvelâ kalbî, fikrî, sonra ilmî, ahlâkî, içtîmâî birlik ve beraberliği de getirecektir.
Elbette, ham ve kuru bilgi, istenen ve hedeflenen birliği temin edemez—tıpkı, bir yemeğin pişirilebilmesi ve sofraya konması için, yemek tariflerinin ve bilgilerinin yetmemesi gibi. Yemek tarifleri, pişirme usûl ve teknikleri yanında, en mühimi malzeme ve bu malzemeleri bir araya getirecek maharetli aşçıya olan ihtiyaç.
Kardeşlik de, evvelâ iman, sonra bilgi, sonra eğitim, âhlâk, sonra terbiye aşamalarından geçtikten sonra teşekkül eder; enerjiye dönüşür. Bunun da zamana ve eğitime bağlı olduğu açık.
Sevindirici olan bir diğer hususun başında da, gönüllü kuruluşların, eğitim, iman, ilim ve irfan yolunda mesafe kat etmeleri nisbetinde, kendi meslek ve meşreplerinin muhabbetiyle hareket edip; başkalarında kusur aramakla vakit geçirmemeleri geliyor.
Yaşayarak da öğreniyoruz ki, “Hayırlı işlerin muzır mânileri çok.” Türkiye’nin tarihî gelişiminin ve “resmî ideoloji”nin getirmiş olduğu tortular, engeller de henüz tam mânâsıyla temizlenebilmiş değil. Tekke ve zâviyeler 30 Kasım 1925 tarihinde kapatılınca ehl-i tarîk, cemaat ve dinî ekol, mektep ve medrese ehli, faaliyetlerini gizliden gizliye sürdürmek zorunda kalmıştı. Din ve inanç evvelâ ferd, sonra aile ve sonra toplum hayatından tamamen silinmek isteniyordu.
Devlet, 1923’lerden sonra farklı fikirlerden, vakıflardan, cemaatlerden, dinî ekollerden, farklı düşüncelerden yersiz evhamlara kapılarak daima korkmuş. “Bölücü ve tehlikeli akımlar” olarak ilân etmiş; takip etmiş, kovalamış... Bir çok insanı, maalesef korkutmuş, sindirmiş, aleyhlerinde doldurmuş, şartlandırmış; âdeta beyinleri yıkamış. Ancak, bunun bir çıkar yol olmadığı, demokratik, hukuk devletine ve o devletin taşıması gereken insan hakları vasıflarına uymadığı her hâliyle görüldü. Fıtrat sınırlarını zorlayan bu tür muamele, cevab-ı reddin duvarlarına tosluyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.