Hadislerin ışığında Müslümanın nezaketi
Yerici, lanetçi, kötü konuşan, kötü davranan imandan çıkmış olmaz belki ama mü’min kalitesi bunları vasıf hâline getirmeye engeldir. Mü’minin tavırları, sözleri imanının etkisi altında olmalıdır. Bir konuda haklı olmak başka şey, seviyesiz tavırlarla hakkını aramak başka şeydir. Haklının, haksız gördüğünün seviyesine düşerek hak talep etmesi yanlıştır
Müslüman, ibadete hayatı kuşatan bir anlam yükleyen insandır. Karıncayı ezmekten kaçınmak şeklinde sembolleştireceğimiz bir hassasiyet, Müslüman için olması gereken incelikler arasında bulunmalıdır. Bir rahmet kitabı olan Kur’an’a iman etmenin en tabii gereklerinden biri olarak incelik ve nezakete riayeti gösterebiliriz.
Allah Teâlâ kitabı Kur’an-ı Kerim’de Peygamber’inin gönüllere girmedeki başarısını bu incelik ve nezaket olarak adlandırabileceğimiz tutumuna bağlamıştır: ‘Allah’tan bir rahmet sayesindedir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp gitmişlerdi.’ (3 Âl-i İmran, 159. Âyet)
Bu ayetin muhtevasını oluşturan kitlenin cahiliye adı verilen vahşi bir topluma müntesip insanlarla alakalı olduğunu tespit edelim. Müslüman için nezaket ve incelik temel ilke olmalıdır. Ya da çevre edinmek, insanlar üzerinde etkili olmak gibi bir emeli olanların böyle bir siyaset gütmeleri gerekir. Bu doğrunun içinde anne babanın, öğretmenin, idarecinin inceliği de vardır. Çocuklara karşı kaba ve hırçın davrananla, merhametli davranan arasında uzun vadeli sonuçlar açısından, merhametlinin lehine bir sonuç vardır. Elbette merhamet, nezaket, incelik, letafet, zarafet gibi kelimeler ciddiyet ve disiplin karşıtlığına ruhsat değildir. Mesela merhametimiz, cihada engel teşkil etmez, etmemelidir de. Merhametimiz, çocuğumuzun sabah namazına kaldırılmasına karşı, uykusunu bölmeye kıyamama gibi bir sonuca götürmez bizi. Merhametle, ciddiyet ve disiplin arasında bir denge kurabilmemiz hâlinde uygun olanı yapmış oluruz. Müslüman naziktir ama laubali değildir. Merhametlidir ama dininden tavizkâr asla değildir. Cihadı bile merhamet ilkeleri ile yürütebilmektir Müslüman’dan beklenen. Müslüman’ın evinde ve işinde merhametli, nazik, sempatik olması budur. Kaba olup dağıtan bir kimliğin sahibi olmakla, dininden taviz vermediği için sempatik bulunmayan kişi olmak arasındaki bariz fark budur. Muhatabının hassasiyetlerini, hissiyatını dikkate alarak konuşmak, ona göre hareket etmek nezaketli olmanın gereğidir. Abdullah bin Mesud (r.a) Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: ‘Mü’min, yerici, lanetçi, kötü sözlü ve kötü davranışlı değildir.’ (Tirmizî)
Yerici, lanetçi, kötü konuşan, kötü davranan imandan çıkmış olmaz belki ama mü’min kalitesi bunları vasıf hâline getirmeye engeldir. Mü’minin tavırları, sözleri imanının etkisi altında olmalıdır. Bir konuda haklı olmak başka şey, seviyesiz tavırlarla hakkını aramak başka şeydir. Haklının, haksız gördüğünün seviyesine düşerek hak talep etmesi yanlıştır.
Biz bunu diğer din sahipleriyle muhatap olurken bağlayıcı bir ölçü olarak göreceğimiz gibi ailevi ilişkilerimizde, çocuk eğitiminde, cemaat bağlantılarında ve bütün sosyal kimliğimizi belirlediğimiz konumlarda ölçü olarak görebiliriz. Mü’minlik, akidemizi gösteren bir işaretse eğer, karşımızdaki insanların hassasiyetlerine dikkat etmek de bizim tavrımızı gösteren bir işaret olmalıdır ki, hayata tatbik edilmiş bir iman sahibi olmuş olalım.
Aişe (r.a) diyor ki:
‘Bir adam Resûlullah’dan (s.a.v) yanına girmek için izin istedi. Resûlullah (s.a.v) onu görünce: ‘Ne kötü arkadaş, ne kötü adam!’ şeklinde bir tepki gösterdi. Adam yanına gelince de onun yüzüne tebessüm etti, ona iyi davrandı. Adam gidince dedim ki:
Ya Resûlallah. Adamı görünce şöyle şöyle demiştin. Sonra da ona tebessüm ettin ve iyi davrandın. Cevaben buyurdu ki:
‘Aişe! Beni ne zaman kaba biri olarak gördün? Allah katında kıyamet günü insanların en kötü konumda olanı, şerrinden korunmak için insanların uzak durduğu kimselerdir.’ (Buharî)
Müslüman, asla ikiyüzlü olamaz. Günübirlik hareket eden, menfaat esaslı ve ilkesiz de olamaz. Hakkı haykıramayan, dili ile doğruyu perçinlemeyen biri de olamaz mü’min. Ama bunları yaparken kaba, ölçüsüz, kırıcı biri de olamaz. Hakkı savunmak, ölçüsüz olmak değildir. Haktan yana olmak veya yaptığının hak olduğuna inanmak, edep sınırlarını aşmaya sürükleyemez. Nezaket esastır. Peygamberimizin şahitliği ile ‘ne kötü arkadaş, ne kötü adam!’ durumunda olan birine bile Peygamber Efendimiz, kendisine yaraşan nezaket ve incelikle muamele etmiştir. Ona gösterdiği davranış standardı ‘ne kötü arkadaş, ne kötü adam!’ seviyesinde değil, kendi seviyesindedir. Zira Müslüman, ürküten, ezen ve iten biri olduğunda, onun bu durumu sadece ahlâk ölçüleriyle anlatılabilecek bir yanlışlık değildir; ortada ahirette muhasebe edilecek bir hata söz konusudur.
Ebu Said el-Hudri (r.a) rivayet ediyor. Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
‘Üç kere izin istediğin hâlde kabul edilmezsen dön.’ (Buharî)
Bu hadisin Müslüman’a tembihlediği şu inceliklere dikkat edelim:
1) Bir yere girmek için izin istemek üç keredir. Bu zil çalma şeklinde ise, makul aralıklarla zil üç kere çalınacak demektir. Telefon iletişimi yapılmak isteniyorsa, makul aralıklarla telefon üç kere aranır ve üstüne gidilmez. Her seferinde de telefon zili üç defa çaldırılabilir. Karşıdaki cevap verinceye kadar telefonu çaldırmak yoktur.
2) İzin verilmemesini alınma meselesi yapmak doğru değildir. Sünnet olan, karşıdakinin hassasiyetine dikkat ederek geri dönmeyi kabullenmektir.
3) Her hâlükârda izin istemek İslâm terbiyesindendir.
Abdullah bin Mesud (r.a) Resûlullah’dan (s.a.v) şöyle rivayet etmiştir:
‘Üç kişi olduğunuz bir yerde iki kişi fısıldaşmasın.’ (Buharî)
Üçüncü kişinin bulunduğu bir yerde iki kişinin aralarında sessizce konuşmaları, üçüncü kişinin vesveseye düşmesine, gönlünün kırılmasına sebep olabilir. Müslüman nezaketi, bu ihtimali dikkate almayı gerektirmektedir. Mesele budur. Nezaket de budur.
Cabir bin Abdillah’ın (r.a) anlattığı şu olay insanların hassasiyetlerine dikkat etmeye dair bir kural belirlemektedir.
Muaz bin Cebel (r.a) bir yerde namaz kıldırıyordu. Namazda Bakara Sûresi’ni okudu. Bu namaz yatsı namazı idi. Namaz kılanlardan biri de bahçesine geç kalacağını düşünerek namazı bozdu ve kendi başına kıldı namazını. Oradakiler onu münafık olmakla itham ettiler. O da Peygamberimize giderek durumu bildirdi. Ziraatla uğraştığını, bitkin düştüğünü, uzun okunan bir kıraate dayanamayıp namazı bozduğunu söyledi.
Durumu öğrenen Peygamberimiz Muaz’a dönüp: ‘Muaz! Sen insanları dininden mi soğutuyorsun? Şu şu sureleri okusana’ diye tembihledi. (Buharî)
Bu olay, sadece imamların cemaatin durumuna dikkat etmesini öğütlemiyor. Herkesin ‘imam’ sayılacağı pozisyonda ne yapması gerektiğini öğütlüyor. Nitekim bu hadisi Müslim, namaz bahsinde zikrederken Buharî, bir de Edeb bahsinde zikretmiştir.
İlke şudur: Müslüman nazik ve hassas olmak zorundadır. Müslüman, korkutmayan müjdeleyen, nefret ettirmeyen sevdirendir.
Medine ve
Washington
farkını hiç
düşündünüz mü?
İslâm’dan önce ve İslâm’ın ilk yıllarında Araplar içki tüketiyorlardı. Vakti gelince Allah, Müslümanlara içki içmeyi yasakladı. Sadece bir ayet indi. Maide Sûresi’nin 91. ayeti geldi. İçkinin ve kumarın şeytandan olduğunu bildirdi. Sonunda da Allah Teâlâ, ‘Artık onu bırakır mısınız?’ dedi. O kadar. İçki bitti. Medine sokakları evlerde kalan içki fıçılarının boşaltılması yüzünden sırılsıklam oldu. İçki tarihe karıştı.
1920 yılında Amerika’da içki yasaklandı. Yasak isteği de halktan gelmiş ve büyük destek görmüştü. Kanundan önce de içkinin zararları ile ilgili toplum bilgilendirildi. 1920-1933 yılları arasında 200 kişi içki kanununa muhalefet ettiği için öldürüldü.
500 bin kişi hapsedildi. 1.5 milyon kişi ceza yedi. Mallarına el kondu. Yasaktan önce ABD’de 400 içki fabrikası vardı. Yasaktan sonra içki üreten fabrika sayısı 8 bin oldu. Yasaktan önce içkiden ölenler 250 iki kişi iken yasaktan sonra ölenler 7 bin 500 kişi oldu. Ve sonunda 1933 yılında kanun iptal edilmek zorunda kalındı.
Medine’de içki yasaklandı ve bitti. Amerika’da ise yasaklandı ama bitmedi; bilakis güçlendi. Medine’de ‘âyet’, Washington’da ‘kanun’ vardı.
Şu veya bu sistemler, üzerlerinde hâkimiyet kurdukları toplumları memnun etmek için kanunlar üretirler. Beşeri kanunların yükselebileceği nihai nokta, toplumların arzularının ulaştığı noktadır. Şehvetine esir insanın gözünün nerede olabileceği ise bellidir. Daha çok kazanmak, en önde olmak, yasaksız, eli kolu bağsız kalmak, engelsiz yaşamak…
Beşerin beşere hâkimiyeti ya elin el üstüne konması, ya da elin cebe konması ile özetlenebilir. Memnun edilmesi gereken kitle ile memnun edecekler arasındaki istekler ve ihtiyaçlar aynıdır.
İslâm ise, Arş’tan gelen bir şeriat olduğu için en yakın hedef olarak melekleri göstermiş, elle, gözle erişilmesi bitip tükenmeyen muazzam bir hedefe koşmaya davet etmiştir. Öyle ki; bu koşu hayat boyu sürer ve sonunda cennette noktalanır.
Güneşle mum arasındaki fark da budur: Enerjisi kendinden ve tükenmeyen enerji ile ışık verdikçe eriyen, erimesi ancak boyu kadar yeri aydınlatabilen enerji!
Beşer, kendi çizdiği dairede dönüp duran sistemler kurar. İslâm ise, yerde yürüyene yükselecek Arş’ı gösterir. Fark budur! Bu fark kapatılamaz!
Çünkü mumu, güneşin önüne rakip olarak koysak da, ışığını göstermesine fırsat vermeden güneş onu eritecektir. Fark budur!
Vahyin Dilinden
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah, zalim olan bir topluluğu doğru yola eriştirmez.” 5 Maide, 51. Âyet
Allah
Rasulü’nden
Peygamberimiz buyuruyorlar ki:
“Bismillâh! Allah’a tevekkül ettim. Allah’ım! Dalâlete düşmekten ve başkaları tarafından dalâlete sürüklenmekten, kaymaktan ve kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan ve haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhâtap olmaktan Sana sığınırım.” Ebû Dâvûd
Günün Sözü
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; / Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.” M. Akif ERSOY
Efendimiz’in
Hayatından
İmanın kademe kademe
kalplere yerleşmesini
teşvik eden bir Peygamber
O muhteşem medresenin, öğretimin eğitim olduğu mekânın seçkin talebelerinden, Kur’an’ın mütercimi İbni Abbas (r.a) bir örnek veriyor:
Resûlullah (s.a.v), Muaz’ı Yemen’e gönderiyordu. Ona dedi ki:
‘Onlara Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını, benim de Allah’ın Resûlü olduğumu anlat. Bunu kabul ederlerse onlara, Allah’ın kendilerine her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını anlat. Bunu kabul ederlerse onlara, Allah’ın mallarında, zenginlerden alınıp fakirlere verilecek bir sadakayı farz kıldığını anlat.’ (Hadis, Buharî’de rivayet edilmiştir. Daha uzun şekliyle de Müslim’de vardır.) (İman, 7-121)
Resûlullah (s.a.v), kendisini temsilen bir yetkiliyi Yemen’e gönderiyor. Orduları çıktıkları savaştan sürekli galip dönen bir devletin başıdır o. Onu temsil eden de o gücü temsil etmektedir. Temsilcisine, kararnameleri vatandaşlara sıralamasını emretmiyor. İmanın kademe kademe kalplere yerleşmesini, insanların talimatla iman etmelerinden daha üstün tutuyor. En ağırdan en kolaya doğru bir sıralamayla insanların ikna olacakları bir metodun tercih edilmesini teşvik ediyor.
Keramet değil
istikamet!
Efendimiz (s.a.v), beyazlayan saçlarına hayretle bakanlara yaptığı açıklamasında buyuruyor ki:
- Hud Sûresi’ndeki “Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!” ayetinin uyarısı beni ihtiyarlattı!..
Demek ki, ‘istikamet üzere olma uyarısı’ bizim de saçlarımızı beyazlatacak derecede bir numaralı meselemiz olmalıdır. Allah Resulü’nün istikametini korumada duyduğu sorumluluk saçlarını beyazlatacak dereceye ulaşmışsa, bizim duymamız gereken hassasiyetimizi siz hesap edin artık...
Nitekim hep istikametini koruma hassasiyeti içinde yaşayan maneviyat büyüğü Şah-ı Nakşibend Hazretleri’ne derler ki:
- Mahallemizdeki bir zâtın istikameti o kadar düzgün ki, bazen sabah namazlarını Kâbe’de kıldığı bile görülmektedir.
- ‘Mühim değil!’ der. ‘Dicle Nehri’nin üzerinden suya batmadan yürüdüğü de görülmüştür.’ derler. ‘O da mühim değil!’ der. ‘Bahçesinde çalışırken zemin çamur olursa seccadesini havaya atıp namazlarını üzerinde kıldığı da olmuştur.’ derler. ‘O da mühim değildir!’ deyince sorarlar:
- Efendi Hazretleri, o mühim değil, bu mühim değil de, sizin için ne mühimdir?
Cevaba bakın da, ne mühimmiş görün:
- Benim için mühim olan, o istikametini son nefesine kadar koruyup devam ettirmesidir. Zamanla gevşeyip dinî hassasiyetini yitirmemesidir! Mühim olanın, son nefese kadar sahip olduğu istikametini korumak hassasiyetinin kaybedilmemesi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.