Diyet
1994 yerel seçimleri.Çöp ve su meselesi almış başını gitmiş. İSKİ rezaleti ortaya çıkmış. Receb Tayyib Erdoğan, İBB adayı. Solun şansı yok ; sağda ise aday çok. Ben ve birçok milliyetçi arkadaşım particiliği aşarak Erdoğan'da birleşme fikrindeyiz. Cemaatden bir arkadaşımla telefonlaşıyoruz. Cebinde olanı değil olmayanı bile benimle paylaşan bir arkadaşım. Gerçi cemaate girince paylaşım falan kalmadı ama, olsun eski günlerin hatırı var. Oy vereceği adayı söyleyince "Niye?" diye soruyorum. "Abiler, ablalar" gibilerinden bir şeyler söylüyor. İnanamıyorum.
Sonra, Ecevit'in iktidara geldiği genel seçimler. Arkadaşımın ve cemaatinin oyu sola gidiyor.Bir kez daha inanamıyorum. 2002 genel seçimleri. Oturduğum sitedeki cemaatçiler beni ikaz ediyorlar. "Aman ha Ak Parti'ye oy ver." diye. Ben salağım ya. Kime vereceğimi bilmiyorum ya.. Bu sefer, beni ikaz etmelerine inanamıyorum.
Sene 2008. Yukarıda bahsetdiğim arkadaşım ile uzun bir ayrılık sonrası(tayinler sebebiyle) ruberu siyaset konuşuyoruz. Bu arada, arkadaşım o biçim Ak Parti'li. Oy vermek ile partili olmak arasındaki farkı daima korumaya çalışan ben, yine inanamıyorum. "Biz bu güne kadar hep Başbakan'a oy verdik" diye övünüyor. Söylemezsem çatlarım. Ecevit'i geçiyorum, yerel seçimlerde Erdoğan varken Kesici'ye oy verdiklerini hatırlatıyorum. İtiraz ediyor. O yılki gazetelerine bakmalarını tavsiye ediyorum. Kaçarı olamayınca "Hay Allah, niye öyle yapdık ki?" diyor. O inanamıyor(!) bu sefer.
Ulusalcılığa karşı şiddetli tepkimi değerlendiremiyor ve "Madem hepimiz Ak Parti'liyiz, hepimiz cemaat olalım." hevesine kapılarak beni gazetelerine abone yapıyor. "Bana sormadan", parasını kendisi ödeyerek. Bana sormadan ifadesini, bilerek tırnak içerisine aldım. Birey olamamış bir Müslüman'ın, zincirsiz bir Müslüman'ı anlamasını beklemenin ne kadar boş olduğunu iyice anlıyorum.
Alt komşuma gazete geliyor. Bana gelecek gazete yanlışlıkla oraya mı geliyor yoksa beni abone yapmakdan vaz mı geçdi bilmiyorum. Sormuyorum da. Zaten, gazete gelse bile benim iradem dışı yapılan bu aboneliğe kayıtsız kalıp gazeteyi eve sokmamaya karar vermişim bile. Aman okuyayım diye bir hevesim de yok zaten.
Çocuklarımın hangi dersaneye gitdiğini öğrenince suratı asılıyor. "Sen adam olmazsın" gibilerinden bakıyor. Ona göre onların ki varken başka bir yere göndermem gaflet ve dalalet içinde olduğumun ispatı.
Sene 2013.Arkadaşım, Gezi Parkı terörüne ve Suriye'deki zulme inanılmaz sessiz. Mavi Marmara'ya da sessizdi. Hiçbir protesto eylemine katılmıyor. Kazara, menfi bir söz bile söylemiyor. Sanki yerin kulağı var da ağabeylere, ablalara söyler.
Hükumete ise ağzına geleni sayıyor. Hayret ediyorum. Otoriteye karşı gelmeyi biliyorlarmış meğer. "Niye?" diye sormuyorum. Ağzından çıkan sözlerin hiçbirisi kendisine ait değil çünkü. Kendi iradesi yok ki kendi sözleri olsun.Muhtemelen, başka bir partiye oy verecek. "Niye?" diye sormayacağım. Çünkü, kendi oyu yok.
Cemaat hakkında ne düşündüğümü merak edenler var.Tek bağım, bu arkadaşım. Bakış açımın sadece siyaset olduğunu zannetmenizi istemem. "Olmasaydın olmazdık" nevrozu sadece ulusalcılarda mı var sanıyorsunuz? Cemaatin rahle-i tedrisinden geçen Anadolu çocuklarının umumi fikridir bu. Cemaat evlerine yerleşmeye sebeb olan maddi ve manevi kaygılar ile dersanelerini tercih etmeye sebeb olan OKS ve ÖSS'yi kazanma kaygısının, zamanla "Buradan ayrılırsam mahvolurum." paniğine dönüşmesini daha doğrusu dönüştürülmesini, yıllardır hayret ve ibretle seyrediyorum. İstikbal kaygısı, işsizlik paniğine dönüşünce "Nere olsa giderim abi" teslimiyetinde bir sürü genç yetişiyor. Cemaatin zengin mensublarının çocukları, kendi istikbalini kendisi tayin edebiliyor ama, gariban Anadolu çocuğunun buna hakkı yok. Bir ömür diyet ödüyorlar.
Bir misal vermek istiyorum. Bahsetdiğim paniği yaşayan ama cemaat evindeki ortam ile bireysel duruşu uyuşmayan ODTÜ'lü bir genç, üniversitenin yurduna geçiyor. Oda arkadaşının namaz kıldığını görünce şaşırıyor. Zira kendilerine evler haricinde bir yerde dindar insan ile karşılaşmayacakları öğretilmiş. Okulu bitirince son derece prestijli bir üniversitede asistan oluyor. Hem de kendi gayretiyle. Oysa cemaat evindeyken hangi hizmete gönderileceğinin kararı verilmiş bile. İki istikbal arasında muazzam bir fark var. Üstelik, evde kalsa akademik kariyer rüyası görmesine müsaade de yok.
Peki hizmet etmenin neresi kötü diyebilirsiniz. Elbette iyi bir şey. Ama, mensublarına diyet ödetmeye alışmış bir cemaatin hükumete verdiği siyasi destekden dolayı, meseleyi aynen "Ben olmasam mahvolursun" paniğine getirerek diyet beklemesi ne kadar ahlaki? Vaktiyle sola verdikleri oylarda böyle bir diyet beklediklerini sanmıyorum. Zira orada efendi-köle münasebeti var. Şimdi ise "Bizim sizden neyimiz eksik" kavgası. Kamudaki , cemaat- Ak Parti çekişmesi bildiğiniz gibi değil.
Dersaneler meselesi, Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya benzedi. Hükumet aynen Ömer Seydeddin'in meşhur hikayesindeki gibi "Al şu diyetini ödediğin şeyi" diyerek kolunu kesmeye niyetli olduğunu gösterdi. Bürokrasiye iştahı kabaran cemaat ise dersanelerin derdine yanmaya başladı.
Blöfe blöf. Bakalım sonu nereye varacak.
Said-i Nursiye ait olan "Euzü billahi mineşşeytani vessiyase" sözünü ilk önce bu arkadaşımdan duyduğumu da ekleyeyim.
.............
HALÜSİNASYON
2010 senesine kadar, 21 Kasım "Mardin'in Kurtuluş Günü" olarak kutlandı. Sonra birileri farkedince böyle bir gün olmadığı anlaşıldı. Çünkü, Mardin işgale direndi ve Fransızlar'ı şehre sokmadı. Yani işgal olmadığı için kurtuluş da olmadı. Artık, 21 Kasım Onur Günü olarak kutlanıyor.
Dünkü yazımla alaka kurarsanız Mardin'in işgal edilmeyişi ve kurtuluşunun olmayışının, nasıl bir paniğe ve "Olmasaydın olmazdık" nevrozu neticesinde nasıl bir halüsinasyona sebeb olduğunu takdir edersiniz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.