Ölmek de bir marifettir!
Hayatı sıradan yaşayanların ölümü de sıradan olur. Hayattayken “iz bırakma”yanlar, “toplumsal hayata değer katma”yanlar sadece “var”dırlar, o kadar. Bunlar öldükten kısa bir süre sonra unutulurlar; çünkü hatırlanmalarını sağlayacak hiçbir eser bırakmamışlar, hayata katacakları hiçbir değer üretmemişlerdir.
Sadece “hatırlanmak” da değildir marifet; “hayır”la anılmak, “şükran”la yâdedilmektir önemli olan. Bu yüzden, vakti geldiğinde her canlının tadacağı “son hakikat” olan “ölüm”ü “marifet”e dönüştürmek için, “hayatı marifet üzere yaşamak”; insanların faydasına olacak şekilde “ilahi rıza”ya uygun bir “iz”, bir “eser” bırakmak “var olma” seviyesini “yaşama” düzeyine yükseltmek için önemlidir.
Evet, ölmek de bir marifettir. Eğer ölüm “iman üzere” olursa, eğer ölüm “Allah’ın rızası”nı kazanmış olarak vuku bulursa, marifet yakalanmış demektir. Ancak ölüme dair en büyük marifet, herhalde “şehadet” olsa gerek! Çünkü insan “ölümsüzlük”e meyyal, ölüm insan için “en son ve en büyük hakikat” olduğundan, insanoğlu, arzu ettiği “ölümsüzlük”ü sadece “hiç ölmemenin tek yolu” olan “Şehadet”le elde edebilir.
İşte, “ölüm”ün “ilahi rıza”yı kazanmış ve “iman” üzere vukû bularak “marifet”e dönüşmesi, “şehadet”le daha bir anlam kazanmakta, hakiki yerini ve değerini bulmaktadır.
Bugün dünyanın her yerinden “müslüman kanı” dökülüyor. Özellikle de “halkı müslüman olan ülkeler”in başında hükümran olan “tağuti yönetimler”, müslüman halka yapmadıkları zulmü bırakmıyor. Hatta “kirli ve şeytani iktidar”larını sürdürme adına müslümanların “kanaat önderleri”ni, “ileri gelenler”ini, “alimler”ini hapsetmekten, onlara zulmetmekten, onları öldürmekten de çekinmiyor.
Bunun en son örneğini Bangladeş’te gördük. Bangladeş gibi halkı müslüman bir ülkenin yönetimi, “İslami Hareket”i temsil eden “Cemaat-i İslami”nin liderlerinden “Abdülkadir Molla”yı idam etti. Gerekçe ise, Abdülkadir Molla’nın, 40 yıl önce tek devlet çatısı altında oldukları Pakistan’dan ayrılmaya karşı çıkmış olması... “Parçalanmayalım, daha güçlü bir İslami devlet olalım” demesi... Bu gerekçeyle Abdülkadir Molla, “müslümanları parçalayıp güçsüz duruma düşüren ayrışmacı zihniyet” tarafından idam edildi.
İşte, idamdan önce, yaşamak için son bir yol olarak devlet başkanından affını talep etme imkânı olduğu halde bunu kullanmayan, böylece “değersiz bir yaşam” için “imani duruş”unu bozarak alçalmayan şehid Abdülkadir Molla’nın söylediği son sözler, bana “ölmek de bir marifettir” dedirtti. Niçin mi? Bakınız Şehid Molla’nın son sözlerine:
“Suçum Allah’tan başkasına kulluk etmemekti. ‘Bize kulluk et’ dediler, ben de ‘asın’ dedim.”
Gördünüz mü, ölüm nasıl marifete dönüştürülüyormuş!
“Kula kulluk”u reddetmekle...
Allah’tan ve “Allah’ın hudutlarına riayet edenlerden başka bir otorite” tanımamakla...
“Hayatını İslam’a adamak”la, “Allah’ın hükümleri hayata âmir olsun” diye, “hayat İslam’a göre yaşansın” diye cihad etmekle...
“Allah için ölmeyi nefsi için yaşamaya tercih etmek”le...
“Niçin yaşadığını ve ne için öldüğünü bilmek”le...
Abdülkadir Molla biliyordu ne için öldürüldüğünü. “İslami harekete mensup olduğum için öldürülüyorum” diyordu idamından önce. Sonra, “ölümsüzlüğün formülü”nü bulmanın verdiği huzurla kalanlara şunu hatırlatıyordu: “Şehidlik herkese ihsan edilmiş bir kader değildir. Yüce Allah bana şehidlik nasip ederse, kendimi en şanslı olarak düşünürüm.”
Ardından, “Allah için yaşayan ve mücadele eden bir müslümanın nihai hedefi”nin ne olması gerektiğine dair bir “ideal”i, adeta bir “adanmışlık”ı öğütlüyordu kalanlara:
“Şehidlik hayatımın en büyük başarısı olacaktır. Benim kanım İslami hareketi ayağa kaldıracak ve otokratların sonunu getirecektir.”
“Şehadet”i hedefine koyup ölümü arzulayınca, “dünyaya dair bir endişe”si de kalmazdı elbette mücahidin. Şehid Molla bunu şöyle ifade ediyordu son nefesinde: “Kendim için endişeli değilim. Ben bu milletin ve İslami hareketin akıbeti hakkında endişe duyuyorum.” Yani biraz sonra öleceğini bildiği halde, “ölüm endişesi”nden ziyade Allah’ın hükümleri nasıl hayata hakim kılınır, onun derdini taşıyordu.
Sonra da o tarihi “müslümanca duruş”unu sergileyip “ölümsüzlüğe ölüyor”du:
“Yüce Allah’ın lütfuyla başımı hiçbir adaletsizliğe asla eğmeyeceğim. Dünyevi bir makam önünde af ve hayat hakkı aramak asla söz konusu olamaz. Allah, hayat ve ölüm konusunda karar verecek tek güçtür.”
İşte böyle olunca, “ölmek de bir marifet” haline gelebiliyor.
Peki, “ölümü marifete dönüştürenler” vazifelerini yaptılar da, biz kalanlar ne yapıyoruz acaba? Dünyalığımızı artırmaktan, birbirimizle didişmekten başka ne yapıyoruz?
Hani biz de öleceğiz ya... Ölüm bizim için nasıl bir akıbet olsun istersiniz: Hak üzere mi, batıl üzere mi?...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.