Öyle bir dünya
İnsan bir bakışta nerde olduğunu, nerde yaşadığını, bu gördüğü şeylerin gerçek olup olmadığını bilemiyor. çünkü her şey gerçeklikten o denli uzak ki, bu görüntü gerçek olamaz diyorsun. Ayağının altındaki su birikintisi bu dünyaya aitmiş gibi duruyor. Ağacın altında orta yaşlı bir adama çöpçatanlık yapan o kaşarlanmış kadın, modern kentlerin çöplüklerinde nerdeyse adım başı rastlanan o bildik tiplere benziyor. O kadar ki, onun bir mahalle tiyatrosunda teşrifatçılık yaptığı bile tahmin edilebilir. Manzara ve insanlar öylesine bildik, tanıdık. Elini atsan temas edecekmiş gibi duruyorlar. Su birikintisinden geçerken pantolon paçalarını istemeden yukarı çekme zorunluluğu duyumsanıyor. Pabuçlarının içine su dolmasını kimse istemez. O suyun gerçek olduğunu bundan daha sıkı bir kanıtla başka ne kanıtlayabilir?
Gene de su birikintisinin gerçek olup olmadığını sınamak için pantolonunun paçasını yukarıya çekmeden suyun ortasına basarak karşı kıyıdaki kafeye kapağı atmaya çalışıyor. Suyun üzerinden sekerek ilerliyor. Ne ki, yürürken artık bir su birikintisinin içinde yürümekte olduğunu unutuyor. Az önce konuştuğu o tiyatro teşrifatçısının öğütleri şimdi her şeyden daha baskın çıkıyor. Sevgilisini belki de o saçma öğütlere uyarak bulacaktır. Belli mi olur?
Kafeden içeriye dalınca gördüğü manzara nerdeyse bir çılgınlık tablosu. Hiçbir deli ressam böylesini tahayyül edemez. Adı Salvador Dali bile olsa…
Muazzam salon kat kat locaları, devasa açıklıktaki orta alanı tek bir sandalyesi boş kalmamak üzere kurul üyeleriyle dolmuş. üst balkonlardan aşağıya insanlar hevenkler halinde sarkıyor. Salona girdiğinde ortalıkta ulu bir sessizlik duyuluyor. Evet, sessizliğin ulu göğü somut bir ses halinde beliriyor. Görünüyor. Adamımız yargıcın bulunduğu kürsüye doğru sinirli, öfkeli adımlarla yürüyor. Kurul üyeleri, o, salonun sessizliği ortasında yürürken bir futbol amigosunun komutuylaymış gibi dalgalanarak ayağa kalkıyor. çıt çıkmayan salonda ayakkabısının kabaraları yankılar yaparak tınlıyor. Sonunda yargıçla karşı karşıya geliyorlar. Yargıcın soru yöneltmesi beklenirken salonun davetsiz konuğu konuşmaya başlıyor. Yargıcı itham ediyor. Yargıç onu kimin buraya çağırdığını bilmediği itiraf etmek zorunda kalıyor. Sanki bütün duruşma bundan ibaret; sanki bütün duruşma bu davetsiz konukla, o ne idüğü belli olmayan yargıcın, bu dünya koşullarında bir kez olsun karşılaşmasından ibaret bu sahnenin oynanması için yaratılmış…
Her şey bir anda bitiyor. Davetsiz konuk girdiği gibi çıkıyor salondan. Ama bu sefer başka bir kapıyı kullanıyor. Yargıcın üzerinde yer aldığı kürsünün arkasındaki kapıya yöneliyor oradan çıkıyor.
çıkılan yerde gene devasa sütunlar. Binlerce yılın hem ağırlığını, hem heybetini, hem kutsallığı ve de bütün bunlardan boşandırılmış bir anlamsızlığı temsil ederek duran bir mabetler kentinin ya da yıkıntısının içinde buluyor kendini. Burada da her şey gerçek gibi. Parmaklar sütunlara dokunabiliyor. Sütunların soğuk, tozlu yüzeylerinin duyumu parmak uçlarında beliriyor. Tozların gerçekliği onları parmak uçlarından yalayarak da duyumsanabiliyor.
Bu lenduha inşaat artıkları, bu tümüyle taş ve mermer sütunların katı soğuk gerçekliği içinde, yerdeki çirkef birikintilerinin her anı saçılmışlığına rağmen bir başka gerçeklik lisanı hal ile bir yerlerden haykırıyor: çakalların ve sırtlanların çığlığa dönüşmüş ürkütücü ulumaları… Bu uçsuz bucaksız bina harabeleri arasında bir tek ağaç görünmüyor. Yerdeki kirli su birikintisine rağmen ortalarda içmek istesen bir yudum su bulunamayacağı kesin. öylesine kısır, zehirlenmiş, vaatsiz ve vadesiz, vecitsiz bir dünya bu dünya.. içinde yaşadığımız dünya.. kuru, kavruk, yangın artığı bir dünya…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.