İlişkileri zehirleyen hüküm, takiyye
Başbakan’ın son İran ziyareti sonrası yapılan görüşmelere dair olumlu açıklamalar yapılmasına rağmen, “İranlı yöneticilerin verdikleri sözlere” yönelik kuşkular var.
Bu kuşku Başbakan’ın bir önceki İran ziyaretinde en üst düzeyde yaptığı görüşmeler sonrası ‘Suriye meselesinde aynı düşünüyoruz’ açıklamasına rağmen daha Türkiye’ye ayak basmadan İranlı yetkililer tarafından yalanlanmasından kaynaklanmaktadır.
Acem diplomasisi kadîm geleneğe sahiptir. Ancak bu kadîm gelenek özellikle de Şah İsmail sonrası İran’ın şiîleştirilmesiyle takiyye kültürüyle buluşarak iyice derinleşmiştir. Neyin takiyye sınırları içinde söylendiği, neyin takiyye olmadığı bulanık bir sahadır. Bu iyi tahlil edilmeden Acem diplomasisinin çok katmanlı yüzüne dair bir fikir sahibi olmak hayli zordur.
Konuyu açalım biraz.
Şii din ulemâsının, kanaat önderlerinin zihin kodlarını şekillendiren ilk asırlardaki tarihî olaylar ve bu olaylar etrafında kurgulanmış rivayet kültürüdür. Toplum psikolojisini belirleyen ve davranış reflekslerine yön veren temel etmen de yine bu rivâyet kültürüdür.
Dinî metinlerin takiyyenin lüzûmu üzerine yaptığı kesin vurgu birey ve toplum davranış reflekslerini belirleyen önemli bir unsurdur diyebiliriz. Zihin kodları buna göre şekillendiğinden takiyye fıkhına göre söz söyleyip davranışlarda bulunmak bu zeminde gayet meşrudur.
Şöyle söylemek de mümkündür; bir kişi bu rivâyet kültürü zemininde dindarlaştıkça takiyye duyarlılığı ve pratiği de bu dindarlığın bir gereği olarak artar, dindarlığı zayıfladıkça da bu pratikler de azalır. Zira takiyye yapmak dini bir hükmü yerine getirmek manasında dindarlığın bir tezâhürüdür.
Şiilikte takiyye, dünden bugüne Sünni coğunluk ve iktidar karşısında Şiî azınlığın geliştirdiği bir korunma, nüfuz etme ve mümkünse bu çoğunluk içinde otonom yapı oluşturma mekanizması gibi işler. Takiyye müessesinin teorik çerçevesi de, pratik uygulamaları da ötekileştirilen Müslüman çoğunluğa karşı kurgulanmıştır çünkü.
Söylediklerimizi delillendirmek sadedinde birkaç alıntı yapalım. Şeyh Mufîd takiyye’yi; “Din ve dünya işlerinde bir zarar gelmesi endişesi hâsıl olursa, insanın hakkı gizlemesi, inancını saklaması ve muhaliflere belli etmemesi” olarak tanımlar. (Şeyh Mufîd, Tashih el-İ’tikâd, s. 137)
Muhaliflerden kasıt, Ehli Sünnet’in de içinde bulunduğu İslâm’a inanan ve inanmayan tüm gruplardır.
İmâm Cafer Sâdık’a nisbet edilen şu söz; “Eğer takiyyeyi terk eden kişinin hükmü namazı terk eden kişinin hükmü gibidir dersem, doğru söylemiş olurum!” bir hadisi olarak kabul edilir.
(İbn Bâbaveyh, Men Lâ Yehduruhu el-Fakih, 2/127; Vesâili eş-Şia, 10/131; Meclisi, Bihâru’l Envâr, 64/103)
Yine İmâm Sâdık’tan rivâyet edilen; “Takiyye yapmayanın dini yoktur” hadisini de bu meyanda zikredebiliriz. (Kuleyni, El-Kâfî, 2/217; Vesâili eş-Şia,10/131; Bihâru’l Envâr, 63/486, 72/394)
Şia din algısında takiyye pratiğinin dinî bir hüküm olduğunu yukarıda aktardığımız türden birçok rivâyet teyit eder.
İmam Sâdık’tan gelen bir rivâyet de şöyle der: “Benden diğer insanların sözlerine benzer sözler nakledildiğinde onda takiyye vardır. Benden nakledilen ama diğer insanların sözlerine benzemeyen ifadelerimde ise, takiyye yoktur.” (Şeyh et-Tûsî, Tehzibu’l Ahkâm, 8/98; Şeyh et-Tûsî, El-İstibsâr Fî Mâ İhtelefe Mine’l Ahbâr, 3/318; Vesâili eş-Şia, 22/285; Bihâru’l Envâr, 2/252)
Bu son rivâyet maalesef özellikle de Ehli Sünnet’le paylaşılacak müşterek dinî zemini daraltmaktadır. Bu öyle problemli bir alan oluşturmaktadır ki, neyin takiyye neyin gerçek söz ve davranış olduğunu belirlemek zorlaşmaktadır. Tamam, insanın beyanı esastır, ama takiyye yukarıdaki muhtevada dinî bir hükümse işin içinden çıkmak da kolay değildir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.