Hüsn-ü Zan, Adem-İ İtimadı Unutturdu 2
Geçen yazıya devam edelim:
Ayet, geçmişte yapmadığı şeyleri "yaptım" diye yalan söyleyenleri ve yapmayacağı ya da yapamayacağı halde "yapacağım" diye söz verenleri de azarlamaktadır. Ayetten asıl amacın zaten bu olduğunu söyleyenler de vardır.
Buna göre ayeti iki şekilde yorumlamak mümkündür: bir, kişinin yapmayacağı bir şeyi vaad etmesi, iki, kendi fiilleri hakkında gerçeğe uymayan bir beyanda bulunması, yapmadığını yapmış gibi anlatması. İkisi de çok çirkindir ve Allah Tealanın gazabını celbeder.
Yaşadığı toplumda daima çevresine güzel örnek olmak durumunda olan Mü'minin söylemi ile eylemi örtüşmeli, söz, fiil ve davranışları inancına ters düşmemelidir.
Geçen yazıda hikayesini anlattığımız bizim Almancıda olduğu gibi aksine bir davranış, toplumda güzel ahlakın, dürüstlüğün ve güven duygusunun zedelenmesine, hatta yok olmasına sebep olabilir. Bu, insanları fesada ve huzursuzluğa götürür. Böyle bir toplumda insan, kolay kolay mutlu olamaz, maneviyatını geliştiremez, Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanamaz. İstisnalar kaideyi bozmaz, malum, hüküm ekreriye tabidir. Onun için Allah Kur'an'da Mü'minlerin söylem ile eylemlerinin birbiriyle uyumlu olmasını, verilen söz ve yapılan sözleşmelere uyulmasını istemektedir.
Eylem ve söylem bütünlüğüne dair Rabbimizin şu emri de dikkat çekicidir:
“İnsanlara iyilik etmelerini emrediyorsunuz da kendinizi unutuyor musunuz?”(Bakara 2/44.)
Böyle yapıyorsak hemen vaz geçmeliyiz bu yanlış davranıştan. Şayet insanlara tavsiye ettiğimiz şeyi evvela kendimiz yapmıyorsak, yasak ettiğimiz şeyi kendimiz yapıyorsak, söylediklerimizin muhatabımızca güven duyulup kabul edilmesi ve onlara uyulması mümkün olamaz. Çünkü biz ancak yaptıklarımızla etrafımızdakileri etkileyebiliriz.
Bu âyet görüldüğü gibi kişinin başkasına iyiliği, güzelliği, yararlı şeyleri, ibadetleri, Allah ve Peygamberine itaati emrederken kendisinin unutmasını, yani söylediklerini yapmamasını kınamaktadır.
Ancak yukarıda yaptığımız uyarıyı bu ayet için de yapmalı ve yanlış anlama yüzünden toplumsal bir görevi terk etmemeliyiz. O da “iyiliği emretme, kötülüğü nehyeteme” ilkesidir. Bir iyilik gördüğümüzde teşvik etmeli, kötülük gördüğümüzde de uyarmalı, olumlu tepki vermeliyiz. Bu âyete bakarak "kendi hayatımızda uygulamadığımız şeyleri başkasına söylememiz doğru değildir," şeklinde bir anlam çıkarmamalıyız.
İnsan doğru, iyi ve güzel olan şeyleri kendisi yapmalı, başkalarını da bunları yapmaya davet etmelidir; kendisi kötü, çirkin, günah ve yararsız şeyleri bırakmalı, başkalarına da bunları terk etmelerini söylemelidir. İdeal olanı budur.
Ancak insanın bizzat kendisi iyi olan şeyleri yapamıyor, kötü olan şeyleri terk edemiyor diye iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini terk edemez. Ederse, kusuru ikiye çıkmış olur.
Birinci kusur, iyi olan şeyi yapmamak, haram, günah fiili işlemek; ikinci kusur ise, emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker görevini terk etmektir. Dolayısıyla insan kendisi uygulayamasa bile öğüt vermek, iyilikleri emretmek, kötülükleri nehyetmek görevini yapmalıdır.
Bunu yapmayanlar, bir ilkeyi açıkça çiğnemişlerdir. Biz zamanımızda iyiliği emreden, ama hiç kötülüğü nehyetmeyen insanları, hatta kötülerle iç içe olup yağlı ballı geçinenleri yıllardır iyi niyetle “takiyye yapıyorlar, zamanı gelince görün siz kahramanları” hüsnü zannına tabi tuttuk.
Meğer korkaklıktan ve omurgasızlıktan da öte kötülüğe af, müsamaha ve hoşgörü ile yaklaşarak ileride bölüşecekleri bir menfaat için onların kötülüklerine iyilik gibi hayat hakkı tanıdıklarını nerden bilecektik?
Yanılmışız ey halkım!
Hüsn-ü zanna kendimizi o kadar kaptırmışız ki, “adem-i itimadı” unutmuşuz. Silleyi yiyince aklımız başımıza geldi.
Buna da şükür! Darısı hâlâ gelmeyenlere…