Düşünce özgürlüğü ve zihnin esareti
İnanç ve düşüncelerinden ötürü dünyada “en çok zulme uğramış, hakları en çok gasbedilmiş” olanlar, müslümanlardır. Lâkin maalesef, kendi mağduriyetlerine rağmen, üstelik de “kendinden olanları düşünce mağduriyetine uğratma”da müslümanlar başı çekiyor.
Kendimize yapıldığında sızlanıp şikayet ettiğimiz “inanç ve düşünce özgürlüğü”nü, ipler elimize geçtiğinde diğer “inanç kardeşleri”mize vermede çok cimriyiz. Eğer bizim tıpkımız gibi düşünmüyorsa, “esas”a, “ölçü”ye, “ilke”ye, “hak”ka falan bakmıyor; “o düşünce”nin “özel çıkarlar”ımıza, “şahsi bağlantılar”ımıza, “kendi politik-ideolojik bakışımız”a vs. uygun olup olmadığına bakıp, farklılıklara müsamaha göstermiyoruz.
Farklı düşünceleri zenginlik olarak görme ve bu zenginliği “daha güçlü, daha güzel gelecek”in inşâsı için kullanma “erdemlilik”ini ve “basiret”ini göster(e)miyor, eğer bir de o “farklı düşünce” bizim üzerimizden, bizim elimizdeki araçlarla sunuluyorsa, “özgürce ifade edilme”sine müsaade etmiyor, “biçimlendirip kendi bakış açımızın kalıplarına uygun hale getirme”den yol vermiyoruz.
Oysa kimse yüzde yüz aynı düşünemez. Bu mümkün değil. Kimse, “en iyi”yi kendisinin düşündüğünü iddia edemez. Bu da mümkün değil. Herkesin “farklı bir bakış açısı” vardır ve her bakış açısının olayları, eşyayı, çevreyi “tanıma ve tanımlama”da ihmal edilemez bir yeri bulunur. Herkes, “hayatı anlama ve anlamlandırma”da başka düşüncelerden istifade etme ihtiyacı içindedir.
Burada önemli olan, “esaslar”da, “ilkeler”de, “ana kaynak”ta, “ölçüler”de, “temel referanslar”da ve “inanç hudutları” bakımından “aynı kulvar”da bulunuyor olmak, “aynı istikamet”e yönlenmiş bulunmak, “aynı kaynaklar”a bağlı olmaktır. Fazilet, seni aynen tekrarlayan değil, sana katkıda bulunan, takviye eden, güçlendiren, farklı vecheleri görebilen dostlar edinmek, fikirdaşlarının bulunmasına tahammül edebilmektir. Yoksa, seni aynen tekrarlayan, senin kelimelerini söyleyen, tanımladığın kalıplara mahkûm milyonlarca papağanın olsa ne yararı olur?
“Hayat düsturu” olan ana kitabında sık sık “akletme”nin, “düşünme”nin öğütlendiği müslümanların, nasıl olup da “düşünce özgürlüğünü kısıtlama”ya çalıştıklarını anlamak gerçekten güç. Kanaatimce bunun sebebi, “sunum araçları”na sahip olanların, “zihni esaret”e düşmüş olmalarıdır. Bunların zihinleri bir şekilde kontrol edilmekte, adeta “mankurt”laştırılarak kendilerine “enjekte” edilen ve kişilik haline getirdikleri “kontrollü refleks” ile, başka düşüncelerin önüne “blokaj” koymaları sağlanmaktadır. Böylece, “fikir düşmanlarının gönüllü tetikçisi” haline gelebilmektedirler.
Geçen yüzyılın ünlü Amerikalı eğitimcisi John Dewey, “kendi adlarına düşünmeyi bilen çocuklar, herkesin birbirine bağımlı olacağı gelecekteki kollektif toplumun âhengini bozar” diyordu. Böylece Dewey, eğitim sistemini “kendi adlarına düşünemeyen çocuklar” yetiştirmek üzere kurmuştu. Dewey’in, bu amaçla hazırladığı “Hedef 2000 Projesi”nde “toplum mühendisleri”ne verdiği görev, “toplumu ahmaklaştırmak ve ahmak tutmak”tı ve ABD eski Başkanı Bill Clinton, bu projeyi 1994’te kanunlaştırmıştı.
İşte, başta “İlluminati” ve “Evangelik Cemiyeti” olmak üzere, “Kabbalacı masonik örgütler”in desteklediği John Dewey, 1924’te ülkemize gelerek, “Kemalist Eğitim sistemi”nin çerçevesini çizmişti. Nitekim, “28 Şubat Darbe Süreci”nde Cumhurbaşkanı Demirel’in, tıpkı Dewey gibi, “tek tip insan yetiştirme”yi vurgulayan meşhur cümlesini hatırlayın. Bugün ülkemizde yetişen müslümanlar da aynı “Laik-Kemalist Rejim’in eğitim sistemi”nin çarklarından geçtiğinden, niçin başkalarının kendi adlarına düşünmelerine tahammül edemedikleri anlaşılmış oluyor.
Ne var ki, “Müslüman toplumlar”ın, içinde bulundukları “acıklı esaret”ten, “onur kırıcı zillet”ten kurtulmaları gerekiyor.
Bu esaret ve zilletin en önemli sebeplerinden biri, birbirlerinin “farklı düşünceler”ine tahammül ed(e)memeleri, farklılıkların oluşturduğu zenginliği harmanlayıp “güçlü yapılar” kurma olgunluğunu göster(e)memeleri, ellerindeki “sunum araçları”nı ve imkânları, “başka beyinler”i kendini tekrarlayan papağanlara dönüştürmede kullanma eğilimi taşımalarıdır. Hal böyle olunca, bu “tek düze fikir ve zihin yapısı”, karşı karşıya kaldığı “farklı taarruzlar”la başa çıkabilecek “güçlülük”ü gösteremiyor. Çünkü bildiği bir tek oyun, gördüğü bir tek veche var ve “farklı vecheleri karşılayabilecek altyapı”yı üretebilmiş değil. Üretebilmesi mümkün de değil.
Bu yüzden, “ana çizgi”nin muhafaza edilmesi, “esas ölçü”ye uyulması şartıyla, bizim düşüncemize uymasa da farklı düşüncelerin kendini ifade edebilmesine tahammül etmeyi öğrenmek, böyle bir kişilik yapısını kazanmak zorundayız. Ne kadar kafa/beyin varsa, o kadar farklı düşünce olacaktır. Önemli olan, bizimle tıpkısının aynısını düşünenleri üretmeyi başarmak değil, bizimle “aynı kimlik”i taşıyanlarla, “farklılıklara dayalı zengin bir fikri ve zihni ittifak” kurabilmeyi başarmaktır. Kendimizi isnat ettiğimiz “inanç”ın egemenliğini, bunu başarabildiğimiz ölçüde sağlayabileceğiz. Eğer böyle bir derdimiz varsa...
Zihnimizi esaretten kurtaralım. Başkalarından beklediğimiz düşünce özgürlüğünü önce bizden olanlara tanıyalım. O zaman, “arzuladığımız değişim”in gerçekleşmeye başladığını göreceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.