Helâlleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı
(Bu yazıdaki kurguyu anlamanız için “Helâlleşmenin Dayanılmaz Hafifliği” yazısını okumuş olmanız icab ediyor. Onun devamı niteliğinde zîra.)
Bir kamu kurumunun bahçesini gözünüzün önüne getirin. Genel Müdür, iki genel müdür yardımcısı ve bir daire başkanı çardakta oturmuş sohbet ediyorlar. Bu genel müdür kim biliyor musunuz? Hani daha evvel yazdığım helâlleşme yazısındaki yeni genel müdür. Önceki genel müdürün helâlleşme sahnesini seyreden ve onu, omuzlarındaki yük ile arabasına uğurlayan sonra da kendisine atılan çapkın bakışlara kanmayacağını ve böyle bir sahne yaşamayacağını zanneden genel müdür.
Yanlarına bir memur yaklaşıyor. Kadın mı erkem mi mühim değil. Memur işte. Bildiğiniz hizmet sektöründen bir maraba. Neden böyle diyorum? Çünkü bu genel müdür kendisi ile aynı tahsilde olmasına rağmen , artık memurları böyle görüyor. Öyle ya maraba olmasalar onun emrinde olurlar mı hiç? Kendisi gibi amir olurlar. Yâni, seçilmiş. Yâni, bir siyasetçinin seçtiği.
Bu memuru da tanıyorsunuz aslında. Hani önceki yazıda, genel müdür helâllik isteyince "Bizim, devletin milletin hakkını helâl etmeye hakkımız yok." diye avaz avaz bağırmak isteyen ama, adamın ezikliği karşısında insafa gelen memur. İnsafa gelen dediysem, helâl etmediğini sesli söylemiyor, o kadar.
Memur yanlarına gelince "Hepinizi bir arada gördüğüm iyi oldu. Ben filanca tarihte emekli oluyorum." diyor. Yöneticiler topluca , otomatiğe taktıkları yalanlardan birini söylüyorlar. "Aaaa nereye? Daha yapacak çok iş var." Halbuki bir süre önce "Sen bir işe yaramıyorsun." diye sakata çıkarmışlar.
Neyse… Meselemiz memurun ne işe yaradığının ispatı değil. "Yok, ben kararımı verdim." diyor memur. Kolay bir karar değil aslında. Maddî olarak bir hayli sıkıntı çekecek. Ama, kalırsa kendisine saygısı kalmayacak. Sigarayı aniden bırakanlar misâli, emeklilik kararı alıyor. Günü dolunca bir gün fazla durmadan…
Devam ediyor bizim memurus. "Hani klasiktir ya helâlleşmeye geldim." diyor. Yine topluca otomatiğe taktıkları bir sözü söylüyorlar. "Ne demek, helâl olsun!"
Halbuki memur, "Hakkınızı helâl edin." demedi. Sadece, "Helâlleşmeye geldim." dedi. Pavlov'un denekleri misâli hareket ettiklerinin farkında değiller devletlular.
Bizim memur içinden, "Prova yapsam bu kadar olmazdı." diye düşünüyor ve ekliyor. "İyi o zaman, benimki haram olsun."
Ortaya, sanki bir sus bombası düşüyor. "Hay Allah bu sahne böyle değildi." şaşkınlığı yaşıyor bizim büyükler. Bir kaçı başını eğiyor. Bir şey demeye mecalleri yok. Ne diyebilirler ki? Burada top memurun elinde ve kale boş. Öyle taca, ofsayta, faule imkan ve ihtimal yok. HAKEM deseniz memurdan yana. Şimdi, Rıdvan Dilmen'i de alalım lütfen: "Yüzde yüz gol olur."
Genel müdür, aklı sıra şaşkınlığa teslim olmuyor. Zira, henüz toy. Muhasebe aşamasına gelmemiş. Yaptığı herşeyin doğru olduğuna inanıyor. Ona göre bu memur densiz, terbiyesiz, hatta biraz meczup. İsyankâr veya protest değil; meczup. Böyle düşünmek daha çok işine geliyor. Çünkü onun protesto edilecek ne yanlışı var ki?
Diğerleri, daha temkinli. Birşeyler görmüş yaşamışlar ve “Ben kime ne ettim?” diye düşünmeye başlamışlar yavaş yavaş.
Memur arkasını dönüp giderken genel müdür "Sen kim oluyorsun da bana bunu diyorsun?" veya "Emrediyorum helâl et!" diyememenin ezikliğine çözüm arıyor birkaç saniye içinde. Bu ani güç kaybı, bu ani eşitlenme, hatta bu ani küçülme hoşuna gitmiyor. İçinde , derinlerde bir yerde bir ses "Haklı. Hak onun ve sen onun hakkına geçtin. Bunun, kanun, tüzük ve yönetmelikte yeri yok. Burada bittin. " diyor.
Yo, yo bunu kabullenmeye hiç niyeti yok. Karizmayı çizdirirse arkası gelir. Memur üç beş adım atmışken "Allah yardımcısı olsun." diye bir cümle sarf ediyor, sanki dünyanın en zeki buluşuymuş gibi. Aklı sıra iki kere uyanıklık yapıyor müdür ya da memur öyle anlıyor. Birincisi, emeklilikte, hayat maddî olarak zor olacağından demiş olma ihtimali var. Böyle münasebetsiz bir memura bile dua eden bir müdür kötü olur mu hiç? Fakat bu ihtimal kesmiyor memuru. Kesse "Ben, Allah'ın izniyle, o maaşla çocuklarım kadar daha çocuk okuturum. Ama siz, o paralarla sadece mülk yığarsınız ve hiç doymazsınız." demek istiyor. Demiyor. Genel müdürün sesinin renginde başka türlü bir dua hissediyor. "Bu da iyice tırlattı. Allah yardımcısı olsun." duası.
Başka bir şey söylememek niyetinde iken arkasına dönüyor ve "Ben hasta değilim. Siz kendinize boy aynasında bir bakın." deyip gidiyor.
Ah o boy aynasına bir bakabilseler herşeyi görecekler. En çok da geldikleri yeri kendisine hatırlatan memurları neden sevmediklerini. Sınıflarına atladıkları insanlar arasında hep mutlular oysa. Ama bu memurlar pek bir basit ve avam canım. Hiçbir şeye kanaat etmiyorlar. Hep daha fazla istiyorlar. Devletin verdiklerini beğenmiyorlar. Şükürsüz şeyler… Kendisi gibiler şükretmeyi bildiği için Allah daha çok veriyor. Ah bunu bir anlasalar.
Fakat bu memur oyun bozan. Onun emri altında olmamak için azı tercih ederek çekip gidiyor. Bu kadar kolay vazgeçilebilir olmak rahatsız ediyor müdürü. Daha doğrusu, keseceği karpuzun sayısının azalması. Kendisine imrenerek bakan gözlerin azalması .
Bu, imrenerek bakan gözlerin azalması kısmı çok önemli. Zîrâ, girip çıktığı yeni ortamlarda imrenerek seyrettiği makam sahiplerinin ve yaşam düzeylerinin kendisinde meydana getirdiği aşağılık kompleksini, altındaki insanlara bazen emrederek bazen merhamet ederek gideriyor. Haşa, yarı tanrılaştığının farkında olmadan.
Şimdi bu memur ne yapıyor? Bu düzeni reddediyor. Hem de aza kanaat ederek. Halbuki bu kişi kendisi olmalıydı. Burada Rıdvan Dilmen gitsin, Erman Toroğlu'nun Uğur'u gelsin."Oynat Uğur, başa sar." İlk geldiğinde "Ben kimseye kul olmam. Gerekirse çeker giderim." diyordu. "Adil olacağım." diyordu. Oysa şimdi önüne gelene kul oldu. Çekip gidemiyor. Hatta, gönderirler diye ödü patlıyor. Yok olmadı, bunlar can sıkıcı hatıralar. "Uğur, geri gel!"
Kınıyormuş gibi davranıyor ama, aslında bu zavallı basit memuru kıskanıyor. Çekip gitme hürriyetini ve cesaretini kıskanıyor. Kendisinden rol çalmasını da… Bunu kamufle etmenin yolunu da buluyor. "O gidebilir. Çünkü, önemsiz biri. Ama ben önemliyim. Beni bırakmazlar." Halbuki, bıraktığı anda yeri dolacak kadar sıradan birisi. Yani, devlet batmaz.
İster amir olsun ister olmasın, memur milletinin birbirini küçük görme ihtiyacı çok acı bir gerçek. Çok eski bir hastalık. Konuyu, Bayburtlu Zihni ile bağlayalım.
Hazret, bir işi için İstanbul'da bir devlet dairesine uğramış. Üzerinde taşralı kıyafeti ile. Kendisi de aslen taşralı bir memur. O dönemde merkezdeki memurlar, taşrayı pek bir hafife alıyorlarmış. Zihni'nin kim olduğunu bilmedikleri için makaraya sarmaya kalkışmışlar. Birisi kaç yaşında gösterdiğini sormuş şâire. Bizimki şöyle on yaş aşağı söylemiş. Bu cevaptan hem hoşlanan hem de karşısında hazır aptal buldukları için sevinen memurlar sırayla kendi yaşlarını da sormuşlar. Zihnî, hepsini hoş edecek cevaplar vermiş. Sonunda birisi, "Sen çok akıllı zeki bir adama benziyorsun. Yaşlarımızı nasıl bildin?" diye alay ederek sormuş. Zihni, sohbetin kıvama gelmesinin tadına vararak cevabı yapıştırmış.
"Benim babam baytardı. Ondan öğrendim."
Bu hikâyeyi neden anlattım. Azıcık devlet kapısı, makam mevki gören yurdum insanı, aynen bu memurların kıvamına geçerek kendi insanını küçük görmeye başlıyor. Gâliba, nereden geldiğini unutma ihtiyacı. Maalesef, sınıf atladım zannederken çarıklı erkan-ı harp seviyesine iniyorlar.
Not: Âdet üzere belirteyim. Bu yazdıklarımın herhangi bir kurum ve kişi ile alâkası yoktur.
(*)Köyden kente göçüş sürecinin bir sonucu olarak, içi köylü dışı şehirli insanı anlatır. Ne köylüdür ne şehirli. Amerika'ya gidip burnuna kadar herşeyini değiştirerek piyanist olan ama, oturunca piyanoyu kendisine doğru çeken Temel gibidir. Kültürel olarak sınıf atlama mefhumunu bilmez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.