Geçmişe Saygı
İslam, bütün yönleriyle birey ve aileyi esas aldığı kadar, aynı zamanda bir devlet ve toplum dinidir de.
İslam, dini korumak, irşat ve tebliğ çalışmalarıyla yaymaya çalışmak, İslam Hukukuna göre yargıyı yürüterek adaleti sağlamak, cezaları infaz etmek, İslam ülkesinde emniyet ve asayişi sağlamak, barış ve huzuru temin etmek, aynı zamanda İslam devletini, ülkesini ve Müslümanları iç ve dış tehdit ve tehlikelerden korumak, maddi ve manevi cihada her an hazır tutmak, devletin gelir ve giderlerine bakmak, sosyal refahı, gelişme ve kalkınmayı sağlamak, memurları ehliyete göre tayin edip denetlemek ve bütün kamu hizmetlerinin aksatılmadan yapılmasını sağlamak gibi görevlerin yerine getirilmesi için, şartlarına uygun adaylar arasından layık olan birisinin, ümmetin özgür seçim ve biatiyle devletin başına halife olarak gelmesini istemiştir.
Bunun aksine, “halkın seçimi” ve gönüllü “biatı” reddedilerek, meşru halifenin hayatında ya da ölümünden sonra, “seçim”, “şura” ve “istihlaf” gibi bilinen meşru usullerin dışında hilafet makamının zorla ele geçirilmesi ve bunun arkasından da yine halktan zorla bey’atının alınması, İslam’ın temel esaslarına uymayan, dolayısıyla kabul edilmesi mümkün olmayan gayrı meşru bir yoldur.
Geçmişte bazı âlimlerin, ümmeti fitneden, yani anarşi, terör ve iç savaştan korumak amacıyla, zarurete dayalı bir ruhsat olarak bunu meşru görmeleri, olsa olsa kendi zamanları ile kayıtlı istisnaî bir hüküm olabilir.
Buna göre Hz. Peygamber Efendimiz (sav)’den sonra şartlarını taşıdıkları hilâfeti hakkıyla yürüten peş peşe beş halîfe gelmiştir. Hz. Muâviye b. Ebî Süfyân’ın iktidarı ele geçirmesinden sonra gerçek hilâfet dönemi sona ermiş ve saltanat dönemi başlamıştır. Bundan sonra gelen yöneticiler, halîfe ismini taşısalar bile hakikatte hükümdardırlar, sultandırlar.
Burada dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Biz usul açısından yapılan yanlışlıklardan ve bunun getirdiği olumsuzluklardan bahsederken, Emevîlerden günümüze kadar gelen koca bir İslam tarihini “bizim değildir” diyerek asla inkâr ediyor değiliz.
O tarih içinde yaşayan bir kısım Müslümanların ellerinden geldiğince İslam’ı yaşadıklarını ve yaşatmaya çalıştıklarını da asla inkâr ediyor değiliz.
Bir şey daha var; Müslümanlar geçmişlerini hayırla yâd ederler. Selefe saygı İslam toplumunun en temel ilkelerindendir. İlim adamları değişik açılardan tarihi ve toplumu irdeler ve incelerken, onların dersler ve ibretler için çıkardıkları tenkit noktaları ve notları da, geçmişi kötülemek anlamına gelmez.
Şimdi biz sivil veya asker milyarlarca Müslümancın, başlarındaki amirlerle beraber İslam’ı yaymak için ortaya koydukları insanüstü çabayı, nihayet O’nu doğduğu topraklardan alıp doğunun, batının, güneyin ve kuzeyin en uzak noktalarına kadar atlı ya da piyade, karda kışta, sıcakta ayazda, aç susuz, yayan yapıldak, per perişan olarak, insan ve tabiatla savaşa savaşa olağanüstü gayretlerle götürmelerini asla ve kat’a inkâr ediyor değiliz.
Binlerce yöneticinin, komutanın, âlimin, edîbin, mürşidin, müridin, kâtibin, sanatkarın, mimarın, mühendisin, öğrencinin, seyyahın, eşrafın, esnafın, askerin ve işçinin, âşık ve hamarat bir kızın elindeki gergefte nakış işler gibi işlediği ve adeta bir dantel ahenginde ördüğü eşsiz İslam Medeniyetini de asla görmezlikten gelemeyiz.
Bu nankörlüğü asla ne yaparız, ne de yapmak isteriz, varsa yapan, onları da hoş karşılamayız. Bilakis biz selefimizi sever, minnet ve şükranla anar, kusurları için bağışlanma diler, rahmet dualarımızı sunarız.
Bizim çabamız daima doğruyu görmeğe ve göstermeğe çalışmak, hayra çağırmak, şerden, yanlıştan ve bid’attan sakınmak ve sakındırmaktır.
İslam tarihi hatasıyla sevabıyla bizim tarihimizdir ve bizim dersler ve ibretler alacağımız mektebimizdir. Onu inkâr ve reddetmek aklımızdan bile geçmez.
Ancak ölçümüz İslam’dır. Hataları ve sevapları da onun mihenk taşıyla değerlendirir, dersimizi ona göre alır, son hükmü ise Yüce yaratıcımızın engin rahmetine havale ederiz.