“Ben Viyana'dayken”
Aziz Okuyucular,
Maksadım, iyice cıvımış bir konuyu devâm ettirmek değil. Anadolu’da, cıvık hamurdan ekmek yapılmaz. Normale dönsün diye un katılır. Doğrusu da budur. Zâten, DİB Mehmet Görmez’in, Diyânet’e had bildirmeye kalkışan hadsizlere, gâyet oturaklı bir şekilde verdiği cevaptan sonra sözü uzatmak da haddini aşmaktır.
Ancak, “Kertenkele Müdâfaası” sürecinde, bâzı köşe yazarlarının şuursuz bir şekilde konuya dalıp, trajik bir fanatizm sergilediklerine hep berâber şâhit olduk. Daha da vahimi, bu yazarlardan Sâlih Tuna, Diyânet’in paralelinde eleştiri yapan yayın organlarına “çöplük”; yazarlara ise “sümüklü böcek kafalı” diyecek kadar ileri gitti. Yetmedi, Diyânet’i özür dilemeye dâvet etti. Bu noktadan sonra mesele, dizi tartışmasından çıkıp güç gösterisine dönüştü.
Mezkûr yazar, “Ha Gayret Diyânet” başlıklı yazısında, “Hadi verin fermânınızı: ‘Sâlih Tuna, câmilerimize giremez, deyin.’ hadi.” diye meydan okudu. Ne güldüm ne güldüm! Tuncay Özkan’ın “Beni de içeri alın, beni de içeri alın! “diye bağırışı aklıma geldi.
Bu meydan okumadan sonra, Nâmık Kemal’den rol çalıp, yazısını, ”Hakîkâti haykırmaktan vazgeçersem nâmerdim. “ diye bitirdi. Sanki, konu bir dizi film değil de Vatan yâhut Silistre...
Netice olarak, deyim yerindeyse, yağmasa da iyi gürledi.
Şimdi... Diyânet, diyeceğini dedi. Mehmet Görmez’in açıklaması, “Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?” tadındaydı. Eh, dizinin kalitesi de ortada. Bu durumda, bu yazarın, efendi gibi özür dilemesi lâzım mıdır, değil midir? El-cevab: Lâzımdır.
Aslında, özürden ziyâde, “Nâmerdim” yemini ortada iken, fikrinde ısrârlı olmasını beklerim.
Peki, o ne yapmış? Ahmet Hakan gibi bir Viyana yazısı döktürmüş. Hakan, polemikden sıkılınca (daha doğrusu sıkışınca) Viyana’ya kaçıyor. Fakat, Tuna, henüz öteki mahalleye geçemediği için “Git bir tâtil yap; sâkinleş. Konu da kapansın.” diye cömertlik gösteren yok gâliba.
Ne yapsın, bir zamanların monşerlerinin, “Ben Paris’teyken” diye edebiyat parçaladığı gibi, “Ben Viyana’dayken” hâtıralarına sığınmış. Ama, hamâseti de elden bırakmamış. Yazısında, Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Tayyip Erdoğan’a kadar herkes var. Dolayısıyla, Mamak’dan Pınarhisar’a kadar her yer....
En mühimi ise “kalinka”dan bahsetmiş. Viyana’yı, yağan karı seyrederek ve kalinka dinleyerek dolaşmış. Eğer, Viyana’ya yolumuz düşerse, yanımızda kalinka bulunsunmuş. Pavorotti de idâre edermiş ama, akşam vakti kar yağarken kalinka başkaymış.
Bendeniz neler gördüm neler...Elinde tesbih sallayarak “Canım operaya gitmek istiyor.” diyen çarıklı erkân-ı harb görmüşlüğüm bile var. Yine de alışamadım bu hâle. Hâlâ şaşırıyorum.
Temel, Amerika’ya gitmiş. İsmi de dâhil, herşeyini değiştirip piyano eğitimi almış. Fıkra bu ya Dursun’un yolu da Temel’in ilk konserine düşmüş. Konser bitince, Dursun ayağa kalkıp ”Afedersun hemşerum, Karadenuz’un neresindensun?” diye sormuş. Temel, renk vermemiş. Çıkışta Dursun’u bulup, ”Nereden bildin?” diye sorunca, Dursun şöyle cevap vermiş:
“Haçan, tabureye oturup piyanoyu kendune çektun.”
Hani, Moskova olsa neyse... Hani, Varşova veya St. Petersburg olsa neyse... Ayan beyan Viyana.. Klâsik müziğin kalbinin attığı yerde, Mozart’ın memleketinde, Rus halk şarkısı ne alâka?
Üstelik, o kadar “vatan millet Sakarya” edebiyatının fonuna da yakışmıyor. Bâri, Mozart’ın Türk Marşı filan olsaydı.
Sınıf atlamak, zor zenaat vesselam. Allah, bu derde düşenlerin yardımcısı olsun.
Paris sokaklarında dolaştıkları için bu millete herşeyi söyleme ve öğretme hakkı olduğunu zanneden monşerlerin yerini, bizim “muhâfazakâr monşerler” almaya başladı. Maalesef, aynı lisan ile bizi aşağılıyorlar. Allah, bizim de yardımcımız olsun.
Gördüğünüz gibi mesele, basit bir dizi film tartışması değil. Arkasında, daha derin bir yara var.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.