Düz Profesör ve Öğretmen
Memûriyetim süresince, bol bol, akademisyen-bürokrat tanıma imkânım oldu. Sağolsunlar hepsi de beni hayâl kırıklığına uğrattılar. Bu konudaki fikirlerimi, zaman zaman sizlerle paylaştım.
Bürokrasiye geçen akademisyenlerin hâlleri, gerçekten içler acısı. Hangi birini örnek versem bilemiyorum.
Kendisinden yukarıda bürokratın hakâretlerine kafasını sallayarak tasdik edeni mi yoksa kendisini o makama getiren vekile, basın aracılığı ile teşekkür edeni mi?
Görev süresi dolup da kutsal bildiği akademik hayâtına geri dönmek zorunda kalınca üzüntüden hasta olanı mı yoksa dönmemek için siyâsilere bin takla atıp partilere dâhil olanı mı?
Kendi maaşı arttıkça çalışanlarına şükretme nutku çekeni mi yoksa tek kişilik tuvalete kavuşunca farklı bir türden olduğunu sanarak, “Bu kapıdan sâdece ben geçeceğim.” diye, işyerinde kendisine ayrı giriş kapısı tahsis edeni mi?
Arkasında bir politikacı olan zırcâhillere tâbi olanı mı yoksa “ezber bozan” şöhretiyle gelip hergün siyâsîlerden ders alıp ezber edeni mi?
“Ben Anadolu çocuğuyum.” tevâzusu ile başlayıp, uçaktan inmeyen monşerlere taş çıkartanı mı?
Yıllarca, bilim yuvasından çıkan bu insanların neden böyle olduklarının cevâbını aradım. Kendimce kişisel cevâplar buldum. Birini, doktora döneminde hocası çok ezmiş. Biri, bildiğiniz kılıbık. Yâni, evde kuzu, işyerinde kurt. Biri, ergenlikte kalmış. Bir başkası, köylü. Bir diğeri ise hem imam-hatipli hem cemaat evinde kalmış. Yâni, emir-komuta zincirine hızlıca uyum sağlıyor vs. vs.
Ama bunlar, gündelik ve basit cevâplar. Dedikodu kabilinden. Çözüme de katkısı yok. Ben gibilerin de ağzını ve kalemini yoruyor. Üstelik içlerinde, akademik hayâta yeni başladığı yıllardan tanıdıklarım var. O zamanki hâllerine kefilim. Sâhiden Anadolu çocukları. Demek ki kariyer yaptıkları ortamda bünyelerine uymayan, kimyâlarını bozan birşeyler var.
Yusuf Kaplan’ın “Entellektüelle ve Akademisyenle Nereye Kadar?” başlıklı yazısında sâhici cevâpları buldum. Bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim.
Kaplan, hakikatten ve halkdan nasibini alamayan akademisyenin girdiği akademizm kıskacını pek güzel anlattığı yazısında şöyle bir soru sormuş:
“Kendileri tedâviye muhtaç, bize nasıl bakacak, yol açacak?”
Geçtiğimiz Cuma-Cumartesi ve Pazar günleri Türkiye Yazarlar Birliği ve Eğitimbir-Sen’in ortaklaşa düzenlediği Eğitim ve Ahlâk Şûrâsı’nı tâkip etme şansım oldu. Konuşmacıların hemen hepsi akademisyendi. Bize yol açmak için bir hayli uğraştılar.
İsmi lâzım değil, bir profesör, öğretmeni ve öğretmenliği öve öve bitiremedi. Nurettin Topçu’nun öğretmen tanımını anlattı. Öğretmenin, sâdece öğretmenlik yapması ve mesleğini aşkla sürdürmesi gereğinden falan bahsetti. Artık bu kısımda, bana soldan soldan geldiler. Soru- cevâp kısmında, şöyle birşey sordum:
“Öğretmenin, öğretmen olarak kalmasını istiyorsunuz ama, nihâyetinde öğretmenlik sıradan bir memûriyet. Günümüzde, değil düz memûriyet, “düz profesörlük” diye bir sorun var. Üniversite hocalarının bir çoğu, dekanlık, rektörlük veya bir genel müdürlük makamı alamamışsa bunalıma giriyor. Siyâsîlerin kapısını aşındırıyor. Öğretmenin suçu ne? O nun da makam mevki isteme, müdür olma hakkı yok mu?
Nurettin Topçu, Sorbonnne doktorası olduğu hâlde, tereddüt etmeden lise öğretmenliği yaptı. Nihal Atsız ve Arif Nihat Asya da böyleydi. Onları büyük yapan da buydu.
Hocam, öğretmenliği o kadar kutsadınız ki merâk ediyorum, şimdiki makâmınızdan alınsanız veya başka bir lüzûm hâlinde, makamınızı bırakıp öğretmenlik yapar mısınız? ”
Şu an dekan olan hoca, öğretmenlikten geldiğini, gerekirse gene yapacağı cevâbını verdi. Hâlbûki ben, bırakıp gelmekten değil, bırakıp gitmekten bahsediyorum. Üstelik, bırakıp gelmiş olması bile durumu yeterince açıklıyor. Toplantı sonrası, bir rektör de benzer şeyler söyledi. İlkokul öğretmenliği yapmak istiyormuş. Fıkra gibi değil mi?
Mâlûmunuz, son günlerde Ali Bal isminde bir bilge tanıdık. Evini, şehit âilesine bağışladı. Yâni, ferrarisini satmadı; bağışladı. Herkes onu alkışlıyor. “Utan Türkiye!” diye örnek gösteriyor. İyi de “Helâl olsun!” diyenlerin içinden, evini bağışlayan kimse çıkmadı.
Başkaları yapınca kutsadığımız, alkışladığımız eylem, kendimize sıra geldiğinde “Yok ben almim.” oluyorsa neyi alkışlıyoruz anlayamadım.
Artık tevâfuk mu dersiniz tesâdüf mü dersiniz, ertesi gün, Yusuf Kaplan’ın konuşması vardı. “Kusura bakmayın, benim akademisyenler ile aram iyi değil. Akademisyen, çağının uslu çocuğudur. Dünya yıkılsa umursamaz.” diye söze başladı.
Bir akademisyen “gık” demedi. Uslu uslu dinlediler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.