Vefatının 40. yılında Arif Nihat Asya
İlk gençlik yıllarımızda, saf bir hamaset dünyasını terennüm ettiği için girmiştik onun şiir dünyasına.
Bayrak şiiri, nesiller boyunca söylenen şiirlerden biridir. Birine “İstiklal Marşı’ndan sonraki şiirleri say.” deseniz, ilk aklına gelecek şiir Bayrak şiiridir. Bu şiirin cazibesi, sadece duru, temiz hamaset değildir; renk zenginliği, yüksek ideal dozajı ve lirizm açısından da sağlam bir metin olmasıdır. Şiir daha başında, mavi, beyaz ve kızıl renlerin cümbüşüyle başlar, iki kıymetli değere, kız kardeşe ve şehide geçer. Kızkardeş... Korunması gereken nazenin... Ve onun masumiyet sembolü gelinlik... Şehid... Ülke için, namus için, o kız kardeşin namusu için ölmek... İkisinin arasındaki ortak yön, ikisinde de bayrağın merkez olması.
Bayrak şiirini daha uzatabilir ve “Yer yüzünde yer beğen/Söyle seni oraya dikeyim!” mısralarıyla bitirebiliriz.
Nasıl M. Akif’i İstiklal Marşı, Çanakkale ve Bülbül şiirleriyle anmak, koskocaman Safahat’ı görmemize engel oluyorsa, Bayrak şiiri de Arif Nihad’ın diğer şiirlerini maalesef gölgede bırakmıştır.
Arif Nihad, gerek lirik, gerek tasavvufi ve gerekse hikemi pek çok şiir söylemiştir. Mesela ben, herşeyin kontrolden çıktığı kaotik ortamları izah etmek için onun,
Kılıcın bu patırtıda
Ağzı da keser sırtı da
beytini zikrederim hep.
Klasik şiirdeki naatleri de az çok bilen biriyim. Bunların en güzelinin Fuzûlî’nin “Su kasidesi” olduğunu da bilirim ama buna ilâveten bir şey daha bilirim ki, o da Arif Nihad’ın na’ti, bütün Türk edebiyatı tarihinde, en acı, en fazla ruhî arınmaya vesile olan, ses örgüsü en güzel na’t’tir. “Seccaden kumlardı” mısrası... Yetimler Yetimi’nin, fakirliği övüncü olanın hâli, iki kelime ile ancak bu kadar veciz ve etkili bir şekilde ifade edilebilirdi.
Mimarisi, güvercinleri, kandil akşamları ve o akşamlarda okunan sureleri şiirleştirirken Arif Nihad, mısralara kelimeleri dökmez, yüreğini serer:
Konsun -yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!
O Efendiler Efendisi’ni anlatırken Türk’ün İslam tarihine kattığı zenginlikle, ilâhî düşüncenin damar uçlarına kadar nüfuz etmesini dillendirir. Tekbir ve selat-ı Ümmiye besteleriyle Itrî, Kur’an okuyan evliyaullah, Kur’an’ı en güzel yazanlardan Kayışzade Osman, na’tiyle Şeyh Galip, Mevlid’iyle Süleyman Çelebi, mimari eserleriyle Sinan, Arif Nihad’ın na’tinde bir medeniyet zinciri olarak yer alır:
Yüreklerden taşsın
Yine, imanlar!
Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;
Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!
Ve Kur’ân-ı göz nûruyla çoğaltsın
Kayışzâde Osman’lar
Na’tını Galip yazsın,
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!
O’nun hasretiyle geçen yılların acısını şöyle dile getirmişti Arif Nihad:
Gel, ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı,
Âminlerimiz vardır...
Hacdan döner gibi gel;
Mi’râc’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!
Bu na’t yazıldığında, Türkiye’de din adına ne varsa yasaklanmıştı. O yasak karanlığında parlayan bir yıldız gibiydi bu şiir. Herkes susturulmuşken, yüreğini ortaya koyup çığlığını yükselten bir şairdi Arif Nihad.
Maarif vekili Hasan Âlî, Malatya’da Arif Nihad’ı teftiş ediyor ve bir ara “Ne bu paçalarındaki çamur?...” diye milletin içinde şairi azarlamaya kalkıyor. Sözünü hiç kimseden sakınmayan Arif Nihad, bakana, “Senin ağzının benim paçalarımda ne işi var?...” diyor.
İşte bu Arif Nihad 7 Şubat 1904 günü doğmuştu ve 5 Ocak 1975 günü, yani bundan tam 40 yıl önce bugün; o çok sevdiği Adana’nın kurtuluşu günü, Hakk’a yürüdü. Sevenlerine hatırlatalım istedim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.