Kesip Atmayalım
Kur’an-ı Kerîm’in açık ifadesin göre bir müslümanın terazisinin iyilikler kefesi kötülükler kefesine galip gelirse, o mümin kurtulur: “Artık kimin tartıları ağır basarsa, memnun kalacağı bir hayata girer. Kimin tartıları da hafif gelirse, Onun barınağı ‘Haviye’ olur. Onun ne olduğunu bilir misin? Haviye, kızgın mı kızgın bir ateştir!” (Karia, 6-11.)
Bizim zamanımızda okullarda onlu not sistemi vardı. Bir öğrenci 4,5 tan 5 aldı mı sınıfını geçerdi. Oysa 5 ile 10 arasında yarı yarıya fark vardır.
Son zamanlarda insan ilişkilerinde gri tonların önemi daha da açığa çıkmaktadır. Evet, insanlar iyi ya da kötü olmada ya beyaz, ya da siyah değildirler. Arada daha başka tonda birçok renkler de vardır.
Ama insan nefsinde bir “ucb”, yani kendini beğenmişlik vardır. Kibir ve gurur vardır. Kendini sever, çıkarını sever, zevkini, şehvetini, şöhretini sever insan. Bunları destekleyenleri de sever aynı zamanda. Bunlar iyi şeyler değildir ama, nefis de eğitilmeden önce zaten daima “kötü şeyleri emreder.” Bir peygamber olarak bu yanımıza dikkat çeken Hz. Yusuf, iyi bir uyarıda bulunmaktadır:
“Bununla beraber, nefsimi de temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevkeder. Doğrusu Rabbim Gafurdur, Rahimdir: Affı ve Merhameti boldur.” (Yusuf, 53)
Said Nursî (k.s.), “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.
Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.” Diyor. (On Üçüncü Lem'a - s.628)
Mevlana, “hatasız dost arayan, dostsuz kalır” demiş. Böylesine nefsinden yana titiz insanlar, “bir dost bulamadım, gün akşam oldu” diye eseflenmeye mahkumdurlar.
Böyle zamanlarda kendimize bakmalı değil miyiz? Kendimizi nasıl sevebiliyoruz bunca ayıptan, kusurdan sonra? Aynı ayıpları bir başkasında görseydik, sevebilir miydik onları? Kendi kusurlarımızın meydana çıkmasından hoşlanmıyoruz. Neden acaba? Neden öyleyse başkalarının meydana çıkan kusurlarına bakıyor ve bundan lezzet alıyoruz? İnsaf bunun neresinde?
“Müslümanlar kardeştir” diyor kutsal kitabımız. “Bu kardeşliği koruyun, kardeşlerinizin arasını düzeltin, kavgaları önleyin, yeni kavgalar oluşturacak yalandan, iftiradan, asılsız haberleri araştırmadan kabulden, alaydan, hakaretten, kötü lakaptan, sû-i zandan, kusur araştırmaktan, dedikodudan, laf götürüp getirmekten, ırkçılıktan, büyük küçük günahlardan kaçının” diyor “Hucurat” suresinde.
Ama ehl-i küfür ve fısk ve nifak ve şeytanlar ise kin istiyor aramızda, düşmanlık istiyor, ayrılık istiyor, parçalanmışlık istiyor, zayıflık istiyor, eziklik ve zillet istiyor. Bir Müslüman bu tür düşmanlarını nasıl dinleyebilir?
İslam ahlakçıları insanları bu konuda insaflı olmaya davet ile uyarmaya çalışırlar. İşte onların bu son asırdaki temsilcilerinden birisi olan Üstad Said Nursî yine şöyle söyler: “İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü'mine adâvet ederler.
Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar bir tek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.
Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.
İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur'âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a'mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur'ân'ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap. Ve “Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm” de, Cenâb-ı Hakka ilticada bulun.” (ay)
Şimdi bakıyoruz, Müslümanlar din kardeşlerini çok rahat harcıyorlar. Hatta dün omuz omuza muhalifleri olan ehl-i küfür veya fıska karşı mücadele verenler, şimdi birbirlerini “küfrün uşağı” olmakla itham ediyorlar. Fesüphanellah!
Hatta daha da acısı, yıllarca dizinin dibinde dinini öğrendiği bir Hoca Efendiyi, azıcık fikirlerine muhalefet etti diye “ölmüş” kabul ediyor ve “inna lillah” çekiyorlar.
Bırakın başkalarını, aynı dernek, aynı vakıf, aynı cemaat, aynı partiye mensup nice gönüldaş ve davadaşlar, azıcık bir ihtilafta birbirlerine düşman oluyorlar. Bu nasıl bir felaket Allah aşkına?
Birbirimizin kıymetini bilmeli ve kusurlarından dolayı kesip atmayalım. Belki bunun yerine emr-i bil ma’ruf ve nehy’i anil münker yapalım, nasihat edelim, hak sözü kabul edelim.