Şeriat İstemezük
Özgecan ne ilk, ne de son olacak… Modernleştikçe suç oranlarının arttığı, okuma-yazma oranı yükseldikçe problemli insan sayısının arttığı bir ülkede yaşıyoruz. Boşanma oranlarının evlilik oranlarını geride bırakmasının adeta kural haline geldiği, hapishanelerindeki doluluk oranının % 100’ün üzerinde bulunduğu bir ülke..
“Modernleşme”den kastım elbette sadece büyük büyük şehirlerde yaşamayı, gelişmiş teknoloji ürünü araç-gereç kullanmayı kast etmiyorum. Fikirde, düşüncede, algıda ve tasavvurda modernleşmedir kasd ettiğim.
Modernleşmek, Batılı gibi düşünüp/inanıp yaşamak gerçekten tek seçeneğimiz miydi? Geldiğimiz noktada dile getirilmesi bile abes!!
Oysa kazanımlarımızda kaybettiklerimiz arasında yapılacak basit bir mukayese bile yaşadığımız durumun adını koymada bize yol gösterici olabilir.
Özgecan’ın başına gelenler vesilesiyle yeniden tartışma gündemine gelen “ölüm cezası“ taleplerini ciddiye almalıyız. Masum birinin canına kıyana ölüm cezası dışında verilecek her türlü karşılık, onun için “ödül” anlamı taşıyacak, başka vakalar için –dolaylı da olsa– davetiye anlamı taşıyacaktır. Başka toplumlar için durum farklı olabilir, ama kabul edelim, bu toplumda hapis cezası bu tür vakalarda caydırıcı değil. Suç işleyip hapse girmek, sonra çıkıp tekrar suç işlemek bir kısım insanlar için bir “hayat tarzı“ haline geliyor zaman içinde. “Çağdaş normlar” ne derse desin, her toplumun kendine özgülükleri vardır. Silah görünce ürperen insanların oluşturduğu toplumla, silahla büyümüş insanların oluşturduğu toplum arasında elbette farklar vardır. Birisi için caydırıcı olan, diğeri için olmaz.
Bir de ateşin düştüğü yeri yaktığı gerçeği var. Ölüm cezasına karşı çıkanların başına-kesinlikle arzu etmeyiz ama- böyle bir hadise geldiğinde aynı rahatlıkla hareket edebilecekler midir?..
Dolayısıyla meseleyi ilerilik-gerilik, çağdaşlık-çağdışılık gibi sübjektif genellemeler üzerinden tartışmak kesinlikle sonuç getirici olmayacaktır. Ayaklarımız yere basmak zorunda…
Meselenin ikinci bir boyutu daha var ki, ilkinden daha önemli: Toplum olarak neredeyse bu tür anormallikleri kanıksar hale geldik. Toplumun bir kesimi sevgiden, merhametten, samimiyetten gün geçtikçe uzaklaşıyor. Bizi bir arada tutan bağlar gittikçe zayıflıyor. Kalabalıklar halinde, ama birbirimize değmeden yaşıyoruz.
Yaşadığımız hadiseler bu noktada bizim için “alarm” anlamı taşıyor. Temel problem, “aile”nin içi gittikçe boşalan bir kurum haline dönüşüyor olması. Lafı döndürüp dolaştırmaya gerek yok; kadını aileden, “anne”lik misyonundan uzaklaştırdığımız ölçüde aileyi tahrip ediyoruz. Kadınlarımız anneliği “evin içine tıkılmak” olarak algılıyor artık.
Oysa anne, aile fertlerini bir arada tutan “harç”tır. Onu sokağa, fabrikaya.. çıkardığınızda ailenin içini boşaltıyorsunuz aslında. İşin erbabı, annenin çocuğuna verdiklerinin ikamesiz olduğunu söylüyor. Burada sadece “anne sütü”nden bahsetmiyoruz; şefkat, sevgi, merhamet… gibi temel “insanî” hasletler de söz konusu burada. Bir çocuğu başka bir kadın emzirebilir; ama bir çocuk öz annesinden aldığı bu hasletleri bir başkasından alamaz. Araştırın; suç işlemiş çocukların büyük çoğunluğunun sağlıklı bir aile ortamında büyüme imkânından mahrum olduklarını göreceksiniz.
Dolayısıyla yapılması gereken, kadını “ev dışı“ hayata özendirmek değil, fıtratında bulunan “annelik” misyonunu tahkim edecek anlayış ve uygulamaları devreye sokmaktır.
Bu temel gerçeklere “şeriat istemezük” yaklaşımıyla itiraz edenler ya bu ülkeyi ve bu ülke insanını tanımıyor, ya da gerçeği görmek işine gelmediği için gözlerini kapatmayı tercih ediyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.