Aşağılık Kompleksi
Karadeniz’deki köyümde; fındık ayı yaklaşırken, daha öncesine kadar en fazla ineklerin boynundaki kelek seslerinin duyulduğu dağlar, fındık toplamak için gurbetten ailelerinin yanına gelen İstanbulluların nidalarıyla yankılanmaya başlardı. Bu sesler, normalde köyün üstüne çökmüş, herkesin rutin işlerinin peşinde olduğunu gösteren ağır havayı dağıtır; bir şenlik başlardı. Şenlik dediysem, bütünüyle keyifli bir atmosferden bahsetmiyorum.
Çocuktum ve kendim de kış mevsimini İstanbul’da geçirdiğim hâlde yazları gurbetten köyümüze gelen insanların hâllerini gördükçe şaşırıyordum. Daha üç beş yıl önce ayrıldığı baba evini artık beğenmeyen mi dersin, toprak yolda arabasının altı çizildi diye günlerce söylenen mi? Anasının sevinçle sabahın köründe mayalayıp pişirdiği köy ekmeğini kenara itip tatsız, tuzsuz fırın ekmeğini öven mi? İstanbullu karısı köy yerinde rahat edemiyor diye memleketine küsüp giden mi, kazandığı mevki, makamla öz kardeşi dâhil gördüğü herkese tepeden bakıp ezen mi? Babasının bin bir zahmetle dalından topladığı armudu, üzümü, elmayı yamuk yumuk diye beğenmeyip gönül kırıp yola öyle düşen mi dersin?
Gerçi şimdilerde büyük şehirlerde organik pazarlar var. Ana babası vefat ettiğinde, ocağı sönen köy evinin bahçesindeki ağaçları kurumaya mahkûm eden insanlar, bir vakitler beğenmediği yamuk yumuk elmaları bu pazarlarda bulunca buldumcuk oluyor. Kilosuna yirmi lira verip, organik besleniyor. Tuhaf.
İnsan bu. Detayları farklı da olsa hikâye her yerde aynı. Şehirde de benzer maceralar yaşanıyor. Gecekondu semtlerinde doğanlar, İstiklal Caddesi’nde Nişantaşı’ndan gelmiş gibi yürüyor. Annesi merdiven silerek kendisini okutan kız, bunu arkadaşlarına söylemekten utanıyor. Cebinde, mutfak dolabını dolduracak parası olmayan birileri, internet hesaplarında "lüküs hayat"lar sürüyor. Mesafelerden dem vurup, bir bayram günü ziyareti çok gördüğü ana-baba duasına sırt çevirenler, sokak hayvanlarına iyilik edip, sevap kazanacağını umuyor. Hâsıl-ı kelâm, birçok insan içine doğduğu hayatı beğenmiyor. Kendinin kıyısında duruyor. Mutluluğu başkalarının gözlerinde arıyor.
Sonra kendi yaşamına tanıklık etmeyenlerin, doğup büyüdüğü toprağın kokusunu içine çekmeyenlerin, insanın nereden gelip, nereye gittiğini bilmeyenlerin şaşkınlığı doluyor soluduğumuz havaya. Aslından utananların kimlik bunalımlarıyla kime ait olduğunu bilmediğimiz bir yere savruluyoruz. Taksim’de iki tiyatro izleyen entel; dönüp, Fatih’teki hacı amcaları tiyatro seyretmediği için cehaletle suçluyor. Nişantaşı’ndaki lüks evde oturacak parayı cebinde bulmanın sevinciyle dolan küçük adam, aşağı mahalleye döküyor bütün çöplerini. Paris’in neon ışıklarına vurulan, Suriye’nin karanlıklar içinde kalmış sokaklarına nefret saçıyor. Nobel’i alan yazar ilk iş sırtını beslendiği coğrafyaya dönüyor. Parmaklarıyla piyanosundan harika sesler çıkaran müzisyen, ağzını açtığında insanlara irin akıtıyor. Muhafazakâr kesimin oylarıyla iktidara gelen belediyeler her şeyi olurlayan PR tanrısı uğruna mankenlere para basıyor. Dizilerde Ortaçağ Avrupa’sının her yanından pislik akan kıyafetlerine imrenerek bakanlar, yaşadığı topraklarda kurulmuş 16 devletin kıyafetleriyle alay ediyor.
Daha yerli bile olamadan, evrensel maymunluğa soyunuyor aslından utanan insan.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.