Tasavvuf ve Tarikatların İtikatla Alakası
İtikatla ilgili yazılarımız esnasında bir yorumcumuz, selefiye ile ehl-i sünnet vel cemaat mezhebi arasındaki en büyük farkın, tasavvufu kabul edip etmemek meselesi olduğunu yazmıştı. İzaha muhtaç bir mesele, atlamamak gerekir diye düşündüm.
“Yeni selefiler tasavvufu kabul etmez” sözü doğrudur. Onların cehaletine bu görüş uygun düşer. Maalesef selefilerin imamlarından saydıkları İbn Teymiye’nin iki ciltlik “ahlak” ve “sülük” kitapları ile, talebesi İbn Kayyim’in üç ciltlik “Medaricü’s Salikin” isimli şaheserini okuyup anlayacak, hazmedecek ve tasavvufu doğru değerlendirebilecek kaç selefi vardır ki? Türkçeye muhtasarını tercüme ettiler. Tercüme ne derece başarılı, okuyan var mı, onu da bilmiyorum.
“Ehl-i sünnet tasavvufu kabul eder” sözü de aynen öyle özürlü bir sözdür. Ya kabul etmeyenleri? Onlar ehl-i sünnet olmaktan çıkar mı? Haşa!
Nedir mesele öyleyse?
Mesele tasavvufu doğru anlamakta, bilmekte, değerlendirebilmekte. Bu konuyu incelemiş, araştırmış ve eleştirmiş, sonuçta bu konuda üç kitap yazmış bir kardeşiniz olarak derim ki, tasavvuf üstünde bu kadar gürültü abestir. İslam toplumunda tasavvuf ve onun teşkilatlanmış hali olan tarikatlar, bireysel oldukları kadar, toplumsal hizmetler de görmüş var olan kurumlardır. Artısı ve eksisi ile var olan kurumlardır. Artısı ve eksisi tartışılabilir, ama yokluğunu tartışmak, kabul edilemez bir inkardır.
Özellikle İslam dininin halk kitlesi tarafından severek yaşanması ve yayılması çalışmalarında en etkin hizmet, tarikatların olmuştur. Bu yönüyle tarikatlar, birer halk eğitimi hizmetleri görmüşlerdir.
İslam’ın yayılmasında tarikatların büyük emekleri vardır. Bazen ordulardan önce, bazen de sonra, gayr-ı müslim diyarlara gitmiş ve yerli halkın İslam’a ısındırılması ve hidayete erdirilmesinde üstün hizmetler ifa etmişlerdir.
Aynı zamanda cihad haretketlerinin ve istiklal savaşlarının içinde hep tarikatlar vardır. Dünyanın dört bir yanında gerek fetih, gerekse savunma ve işgallere direnmede dervişlerin çabalarını tarih iftiharla kaydetmektedir.
İslam ordularının ulaşamadığı uzak alanlara İslamiyet genellikle tarikatlar aracılığı ile gitmiştir. Bugün dahi Afrika, Avrupa, Amerika’da ve Avusturalya’daki İslamlaştırma çalışmalarında en başarılı hizmetleri yine tarikatlar görmektedir.
I. Dünya Savaşından sonra düşmanların işgal ettikleri İslam topraklarındaki savaşlarda ve bağımsızlık hareketlerinde, şimdilerde ise Afganistan, Çeçenistan, Bosna Hersek, Rusya gibi coğrafyalarda tarikatların hizmetleri açıkça görülmektedir.
Tarikatlar, ümmet birliği ve sosyal barışın da bir teminatı olmuştur.
Bununla beraber tarikatlar daima ilim, eğitim, iktisat, siyaset, askerlik, güzel sanatlar gibi sosyal hayat alanlarının merkezinde olmuştur. Bugün bu konuyla ilgili birçok ilmi araştırmalar ortaya konmuştur.
Tasavvuf ve tarikatların, iç barışı, huzur, emniyet ve asyişi sağlamada, sosyal bünyeyi sağlamlaştırmada ve güzel bir toplum oluşturmada da çok büyük olumlu etkileri olmuştur. İslam, özü itibariyle sosyal bir dindir. Tasavvuf ve tarikatların geliştirdiği ahlak ve fütüvvet anlayışı, başından beri kerem, cömertlik, isar, mürüvvet, cesaret, fedakarlık, feragat, kendini feda, hizmet, kimseye eziyet etmeme, yük olmama, şikayeti terk, makama aldırmama, vb. erdemleri ifade eder.
Tasavvufun insanları çağırdığı zühd, zevklerde itidal, insanın Rabbini ve ahiretini unutacak düzeyde aşırılığa gitmemesi biçimindedir. Makasıd-ı İslama ters düşen aşırılıklar kabul edilemez. Varsa da eleştirilir, yerilir, ıslah istenir.
İslam ve onun deruni yaşam biçimi olan tasavvuf, insanları dünyayı bütünüyle terke ve ondan kaçmağa değil, zahitliğe ve dünyayı küçümsemeğe çağırmaktadır. Belirli ölçülerle Allah’a kulluğa çağırırken, her şeyi bırakarak ibadete yönelmeyi istememiştir. Dünya hayatından ve helal rızıklardan makul ve meşru bir payın alınmasını ister. Her şeyi yasaklamaz. Helalin haram kılınmasını hoş karşılamaz. Dünya tez gelip geçen bir değişim yeri olarak ahiretin tarlası. Ahiret ise baki, sonsuza kadar kalıcı bir ebediyet yeridir. Ya ebedi nimet veya sürekli azap yeri.
Kur’an ve sünnet bunu ifade eder.
Peygamber efendimizin, ashabın ve sufilerin hayatı, bunun birer açık örneğidir.
Tasavvufa karşı olmak, bize göre onu bilmemektir. Bir konuyu bilmeyenlerle tartışmak, hem faydasız, hem de zamanı boşuna israf etmektir. Bu ise lağvdır, malayanidir. Ondan kaçınmak hem Allah’ın emridir, (Mü’minun 3) hem de Peygamber Efendimizin (sav) ifadesiyle “kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.”
Tasavvufu istismar eden sahtekarları eleştirmek ise haktır, gerektir. Bu tasavvufa karşı olmak değil, bilakis ona yardım etmektir. O yüzden bu tür eleştirilerin en iyisini yine samimi sûfîler yapmışlardır. Bu konuda İmam Şaranî’nin “Tenbihu’l Muğterrîn”i gibi müstakil eserler bile yazılmıştır.
Bizim günümüzdeki görünen tasavvuf ve tarikatlardaki eksiklikler ve yanlışlıklara dair eleştirilerimizi ihtiva eden eserimiz yazılıp bitmiştir. İlgi duyan yayıncılara duyurulur. Basarlar da okuyucusuna sunarlarsa seviniriz.