Ân’ı Okumak
Yaz Dedilerler Ân’ı”, bir tür anı-hikâye kitabı… Anıdan çok hikâyeye, hikâyeden çok anılara benzeyen bir metin. Belki biraz da bir itirafnâme. Yani bu kitabı okurken, anı kitabı olarak da okuyabilirsiniz, hikâye kitabı olarak da, itiraf olarak da… Necdet Subaşı, 1970’lerin sonları ilâ 2000’ler arasındaki hayatının an’larını yazarken bir hikâyeci tavrı sergilemiş ama metinlerinin tamamı aynı zamanda bir itiraf metni. Kendisiyle ve toplumla yüzleşerek edilen bir itiraftır bu.
Ham malzemesi anılar olsa da, cümleleri ve metin kurguları birer hikâye formatında düzenlenmiş. Artvin’de başlayıp Konya, Erzurum, Karapınar, İvrindi, Van ve Muğla’da devam eden bir hayat mücadelesinin izini süreriz kitapta.
Göçle yaşanan Konya gerilimi ve arkasından üniversite tahsili için gidilen Erzurum’da yaşanan çatışmalar-çelişkiler, sorgulamalar. Yavaş yavaş tebellür etmeye başlayan ve hatta şekil bulan “aidiyet veya mensubiyet duygusu”nun getirdiği sorumluluk alanlarında cevelânlar.
Okumalar, tartışmalar, tanışmalarla dolu bir yarım yüzyıl…
Başka bir deyişle, okuma-yazmayı ciddiye alan ve bunu bilimsel metinlerinde ve hayatında gösteren bir İmam Hatipli’nin İlahiyat Fakültesinde sona eren tahsil hayatı ve bundan sonraki lisansüstü öğrenim ve meslek hayatındaki serencamıdır “Yaz Dediler Ân’ı”…
Sınıf veya devre arkadaşı olmaktan da öte, entelektüel arkadaşlıkların kurulduğu üniversite yıllarında yaşanan soğuk yalnızlığın pişirdiği bir Necdet Subaşı vardır kitapta. Arabesk adlı bölümde, sevdiklerinin çoğunun Erzurum’u terk ettiğinde yaşadığı soğuğu ve derin bir iz bırakan yalnızlığı şöyle anlatır: “Sevdiklerimin çoğu Erzurum’u terk etmişti…. Kolay hüzünleniyor, çabuk üzülüyordum. Günlerimin çoğunu, önünden tren geçen tek katlı bir evde kitap okuyarak, ama daha çok ısınmaya çalışarak geçiriyordum. Sadigil giderken evlerini bana bırakmışlardı. Eskilerden kimse kalmamıştı. Onların varlığı yüzünden hiç mi hiç yeni arkadaşa ihtiyaç duymamıştım… Koca şehirde yalnızdım. Arabesk marabesk değil, dokunsalar ağlayacaktım. Siyasi ya da entelektüel düşüncelerin meğer bir bağlamı, bir mecrası varmış. İlk gençlik aşklarını tüketmiş, gerçek soğuklarla asıl şimdi tanışmıştım.”
Subaşı’nın arkadaşlıkları, daha çok düşünce sancısı çekenlerden oluşan entelektüel arkadaşlıklardır; “dava arkadaşlığı” değil. Kitaptaki metinlerin tamamında entelektüel tecessüsün tahrik ettiği nitelikli insan peşinde koşma endişesi vardır; dava adamı portresi çizilmez. Subaşı, şayet “bir “dava adamı” kaygusu taşısaydı, metinlerinde insani derinlikler kaybolur, yerini yapay sloganlar kaplardı. O bunu hiç yapmadı.
Balıkesir’de tanışılan Eczacı Hasan ağabey ve Anadolu’daki bütün Hasan ağabeyler gibi irfan kaynağı Hasan ağabeyle tanışma ve bilincin irfanla hall ü hamur olması… O kuşağın Hasan ağabeyleri olmasa, hayat, sığlık bataklığından ibaret kalırdı.
Subaşı’nın bu kitabı, edebiyatı müjdeleyen hikâye cümlelerinin kuluçkasıdır da. “İmam Hatib’in son yıllarıydı. Orasından burasından çekiştirilen bir çocuktum. Oysa ben, kendi halinde bir çocuk olarak kalmaya vaktim olsun isterdim” (s.65) cümlesi, bir hikâye cümlesidir. “Biz bu hayata iltimasla girmemiştik” (s.89) cümlesi de güzel bir hikâye cümlesidir.
N. Subaşı özelinde, bir dönemin ve bir kuşağın da macerası vardır bu kitapta. O kuşağın itiraf edemeyenlerin vicdanlarının sesi de olmuştur Subaşı. Ve bilimsel eserleriyle tanıdığımız Subaşı, bu kitapla edebiyata yelken açıyor gibi geldi bana.
N. Subaşı’nın an’larında onu ve anılarını okumak, 1980-2000 arasının izdüşümünü görmek gibidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.