Hangi Rejim, Hangi Cumhuriyet
Süheyla soruyor: Bu iktidarı niye destekledin? Anlatayım.
Vaktiyle, yüreğimize vatan sevdası düşerken mavi gökler, al bayrak, ormanlar, ırmaklar düşmemişti. Böyle olsaydı ormanı, ırmağı daha güzel ülkeler vardı, onları severdik.
İçinde doğduğumuz toplumsal dönemde, 27 Mayısla mahkum edilmiş bir Anadolu insanı profili vardı ve onları mahkum edenler, devlet aygıtını acımasızca kullananlardı. Bu acımasızlar zaten 1950’ye kadar iktidardaydılar. 1923-1950 arası yaşanan siyasal dönemde Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Fırka adlı partileri 2 defa kapatılarak makhuriyete mahkum edilen insanlar vardı bu ülkede. Mahkum ve makhur edilenler, Osmanlı mirasının davacıları, misak-ı milli sevdalıları idi.
1932’lerde Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’e kafa tutan ve 1944’te devletin dayattığı resmi milliyetçiliğe karşı sivil milliyetçiliği bayraklaştıran Atsızlar, Serdengeçtiler, Arif Nihatlar; o yıllarda millete direnme cesareti aşılayan Necip Fazıllar, sistemle hangi kavgaları yaptılar ise biz de aynı kavgaları yapmak üzere meydanlarda, sokaklarda, okullardaydık.
27 Mayıs’ta rol almasının ezikliğini hep yaşamış olmamıza rağmen Türkeş, bu mazlum ve makhur millet için bizlere cesaret aşılayan şahsiyetlerden biri idi. Diğeri de Erbakan idi. Üslup farklılığından kaynaklanan farklı kulvar tercihimize rağmen gönül birlikteliğimizin önüne siyasi ilişkilerimizi asla geçirmediğimiz Erbakan. Ve Muhsin başkan. Bir kuşağın vicdanı olan yiğit Muhsin başkan.
Nüansları önemsemeden bunların davası, sevdamız oldu. Bu uğurda savaştık, öldük...
1960-1980 arası dönemde ilk tohumlar baş gösterdiğinde, mazlumiyeti sopa olarak kullanan, çok kötü bir üslup çağı geçirdik. Haklı iken haksız duruma düşüren üsluplardı onlar. Şimdi bu kadar yıl aradan sonra baktığımızda, o üslubun çok itici olduğunu anlıyoruz. (Hala o itici, kaba saba uslubu kullananları görmek, biraz acı da veriyor bize.) Çaresizliğin önce üretip sonra sığındığı bir vadi idi o üslupsuzluk. Tabii ki kontrolsüz bir saldırganlık barındırdı bu üslup. Yaşanan trajediği insani özellikleriyle dile getirmekten ziyade, “kör gözüne parmak” sopası, toplumsal tepkilerle karşılaşmamıza yol açtı.
Nüanslarla ve fraksiyonlarla gelişen direnç hareketinin, rejimin kendisiyle sorunu yoktu; onların (yani bizlerin) sorunu, rejimleri kullananlarlaydı. Bizler rejimleri, sistemleri, yöntemleri değil, insanları kutsayan bir zihniyete sahiptik. Bizler için ne monarşiler kutsaldı, ne cumhuriyetler!... İnsan mutluluğunun yanında rejimlerin adı mı okunurdu?
İşte yıllarca bu düşüncelerle
MHP’de siyaset yapmıştık ama 1999’da iktidar olup o büyük birikimi bozuk para gibi harcayan partizan ülkücülerin nobranlıklarını görüp ilkesizliklerini fark edince, eleştirilerimizin sesini yükselttik ama duyan olmadı. O yıllarda, rejimi kullananlarla olan kavgamıza ses veren bir siyasi hareket başladı. Yeni bir ses, yeni bir soluk ve yeni bir üslup vardı bu harekette. Sistemi kullanıp mazlumların ensesinde boza pişirenlerle kavga edecekleri konusunda bir güven vermişlerdi. Nitekim 2010 yılına kadar yaptıkları düzenlemelerle ve en son da 2010 anayasa referandumunda, halkın yüksek yargı ile olan çatışmalarını çözecek şekilde anayasa yapılmasına vesile oldular. Bizler de tuttuk bunları destekledik. Hiç bir menfaat beklemeden, mevki-makam ummadan, sadece Allah rızası için destekledik. Bunlar, rejimi rayına oturtmaktan vaz geçsinler, biz de desteğimizi çekeriz. Mesele bu kadar basit yani.
Mesele partizan cumhuriyet mi, mutlak cumhuriyet mi? Ben mutlak Cumhuriyetçiyim; mutlak cumhuriyeti savunsun CHP’yi bile savunurum. Keşke baştan itibaren CHP gerçek ve mutlak cumhuriyet diye yırtınsaydı da, bizler de meydanlara düşmeseydik Süheyla!...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.