Yalan Üzerine Söyleşiye Devam
NERDE kalmıştık? Dün bu köşeden “yalan insanın meziyeti mi zilleti mi” başlığı altında yalan etrafında örülen toplumsal yaralı bilincimize parmak basmıştık.
Üzerine alınan çok olmuş…
Olsun…
Ya bir de tersi olsaydı, kimse üzerine alınmasaydı, daha kötü değil miydi?
Yalanı ve yalancıyı izlerseniz hep o sizi uçuruma sürükler manası çıkmış sözlerimizden. Çıksın…
Herkes bilir ki: yalana ancak cahiller ile dalkavuklar inanır.
Aziz Nesin haklı mı ki, toplumumuzun kahır ekseriyeti öyle olsun?
Doğru üzerine titizlenen bir milletin yanına yalan uğramaz. Uğrar mı?,,,
Bütün kötülüklerin kaynağı yalandır. O yüzden yalan doğruları hiç sevmez. Doğrularla yalan bir arada ise orada zulüm vardır. Şeytan yalan kılığında dolaşır hep…
İnsanı en utandıracak şey yalanının ortaya çıkmasıdır. Yalanı ortaya çıktığı halde utanmayan insanların diktatör olsalar da acz içinde olduklarına şüphe yoktur.
Bir kere kaymasın ayağı bir kimsenin ya da bir toplumun bir kere yalana sarılmasın insanlar sıradağlar gibi yalanlar peş peşe gelir ve sonuçta dejenere olan insanlık bilerek ve isteyerek sürüklendiği yerde şaşkına döner. “Buraya nereden geldik, ne suç işledik” diye kendisini sorgulamaya başlar.
Gerçek ortaya çıkmasın gerçek kendisini yakalamasın diye yalan durmaksızın kaçar.
“Yalan kar topuna benzer yuvarlandıkça büyür.” Der, Martin Luther… yani bir kere yalana başvuruldu mu o diğerlerini çağırır, peşi sıra sürükler; böylece bir çığ oluşur yalandan…
Nietzche demiş ki; “onurlu insanlar yalan söylemezler.”
Onurlu insanlar yaftası altında arz-ı endam edenlerin o halde neden her işinde yalan var gibi gözüküyor. Yoksa biri bize yalan mı söylüyor, doğru kılığında…
Eflatun “yalancı yalancıdan çekinir” demiş. Herkes herkesten çekindiğine göre günümüz toplumunda, demek ki yalan diz boyu…
Hem onurlu insanların yoğun olduğu bir toplumuz, hem her birimiz her birimizden çekiniyor. Ne iş?
Yine de bilelim ki, dün belirttiğimiz gibi yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Yatsı ne zaman işte onu Allah bilir… Fakat dün dünde kaldıysa cancağazım bilelim ki yalandan bir sonuç çıkmaz.
Bir Afrika atasözü de der ki “yalan çiçeklenir ama meyve vermez.”
Sadece seyirci gibi durduğuna bakma cemiyetin, o bir müddet sonra ne yapacağını bilir.
Yalancıya verilecek en büyük ceza doğru söylediği zaman da ona inanmamaktır.
Bugün de kurtardı yalancı, yarına Allah kerim…
GÜLLÜ
KAFES bitti,
Bu işi sevdim…
Yorucu ama olsun…
Sinema sahibinin sesi yapmıyorsanız aslında özgürlük alanı…
Sıra Güllü’de…
Güllü 1915 yılında tehcirde listede olan bir ailenin dört beş yaşlarındaki kız evlatları…
Güllü teyzeyi ben tanıdım. İstasyon şefinin karısı…
Beş vakit namazında niyazında bir teyze…
On beş yaşıma kadar annem söylememişti kim olduğunu, ben de sanırdım ki bizim akrabalardan biri…
Egin’de Ermeni tedhişçiler Taşnakçılarla birlikte terör estirmişler. Yedi düvelle savaşan Osmanlı’yı arkadan vurma planlarından birisi de Eğin’de (Kemaliye’de) sahnelenmek istenmiş. O yüzden gereken cevabı almışlar.
Fakat Kuruçay küçük yer, iki Ermeni aile varmış ve Müslüman aileler onları bağırlarına basmışlar. Kendilerinden saymışlar. Dışlamamışlar.
Fakat hazin ki o iki aile de tehcir kararında yazılı…
Vedalaşmışlar…
Güllü (asıl ismi bende saklı) için de etraf demiş ki; “yolda bu garip üşür, hasta olur. Mal müdürünün bakın çocuğu yok ona bırakın… sabi yolda per perişan olmasın. Nasıl olsa döneceksiniz. Bu bize emanet.” Demişler…
Yani millet suçu olmayanların döneceğine inanıyor. Evlerini gözlüyorlar uzun müddet…
Fakat aile uzaklara gidiyor. Başlarına ne geldiyse yazdım.
Sonra Güllü büyüyor, ne mi oluyor?
O da romanda yazılı…
Sonra seyredersiniz.
Ne bileyim ben de 1915 anısına bir katkım olsun diledim. Bizzat annemin anlattığı gerçek bir hikâye olan Güllü ile…
Komplekslerden arınmış hakikat güneşini perdelemeyen işler yapmamız lazım yani yüzüncü yılda…
Telaş ve kapı gıcırtılarıyla değil…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.