Yüksek Ökçeler
Açıkçası, bir önceki yazıma, bu kadar müsbet tepki almayı beklemiyordum. İyi mâdem. Şık Güç meselesine, bir misal vererek devam edelim. Bende hikâye çok.
Aynı makamda peş peşe görev yapan iki üst düzey bürokratın eşlerini, iki farklı toplantıda tanıma şansım oldu. Her ikisi de eşleri görevdeyken bu toplantılara gelmişlerdi. Birincisi, toplantıya geldiğinde kibarca selâm verdi. Yakınındaki birkaç kişiyle tokalaşıp oturdu. Saçları, kıyâfeti, gâyet sâde; ayağında, az topuklu bir ayakkabı. Hele o oturuş… O ne tevâzu, o ne edep Yarabbi! Tam bir Osmanlı kadını. Zâten, emekli edebiyat öğretmeniymiş.
Diğer bürokratın eşini de buna benzer bir toplantıda tanıdım. Aman Allahım! O nasıl geliş öyle? Daha kapıdan itibaren yıldırım hızıyla dolaşarak herkesin elini tek tek sıktı. Dolaştı dediysem tevâzu falan yok. Hükmedici. “Ben buradayım.” havasında. Halbuki o da dâvetli. Niye herkesin elini sıktı anlayamadım. Herkes hazırola geçti. Yanımda oturan hanıma “Bu kimin eşi?” diye sordum. Dikkat lütfen! “Kim?” değil, “Kimin eşi?” Tahminim tuttu. Birinin eşi çıktı. Eş durumundan dâvetliymiş. Ev hanımıymış. Pantolon paçalarının dolandığı yüksek topukları da gözümden kaçmadı.
İnternette biraz dolandım ve bu hanımın, târih sırasıyla üç değişik fotoğrafını gördüm. Başörtülü, başı açık ve tekrar başörtülü. Ben gördüğümde, üçüncü hâlindeydi. Başı açıkken sonra kapatabilir veya başörtülü iken sonra açabilir. Ama, bu üç hal, soru işâretli bir durum.
Neyse… Asıl konu bu değil. Bu hanım, vaktiyle katıldığı bir toplantıda, konuşmacı biraz terslik yapınca nüfûzunu, daha doğrusu eşinin nüfûzunu kullanıp konuşmacıyı indirtmiş. Konuşmacı, eşinin yetki alanında; emri altında. Benim gittiğim toplantıda ise bir profesör hanım konuştu. Konuşmada, hem dinî hem târihî yanlışlar vardı. Ben ve birkaç hanım, soru cevap kısmında itiraz ettik. Konuşmacının canı sıkıldı tabi. Tartışma, toplantıyı düzenleyenlerin müdahalesiyle bitirildi. Bilâhare, bürokrat eşinin de bizim soru sormamızdan hoşlanmadığını duydum.
Peki, diğer tarafta konuşmacıyı indirten hanımın, bu tarafta, konuşmacıya soru soranlara canı niye sıkılır veya kendisi niye soru sormaz? Cevâbı basit. Anlamadığından. Yâni, cehlinden. Ayrıca, profesör hanım, eşinin memuru değil. Toplantıyı düzenleyenler ise kendisine tâbi.
Ömer Seyfeddin’in “Yüksek Ökçeler” hikâyesini hatırlayınız. Hatice Hanım’ın, yüksek ökçeli ayakkabıya zaafı vardır. Evinde, işler çok yolundadır. Birgün rahatsızlanınca, doktor terlik giymesini tavsiye eder. Evinde çalışanların gerçek yüzünü o zaman öğrenir ve çok mutsuz olur. Çünkü, önceden topuk sesini duyanlar geldiğini anlayıp kendisine çeki düzen vermektedir. Hatice Hanım o kadar mutsuz olur ki sonunda, sağlığı pahasına yüksek ökçeli ayakkabılarını giyer.
Kendi kariyerleri olmadan, eş durumundan kariyer yapan hanımlar, bana bu hikâyeyi hatırlatıyorlar. Eşlerinin görev süreleri bitince, terlik giymek zorunda kalan Hatice Hanım gibi mutsuz oluyorlar.
Bir zamanlar, paşaların eşlerine ne kadar kızardık. Alt rütbedeki subaylara ve eşlerine paşalık yaparlarmış diye. Ayrı havuzları varmış diye.
Çok günahlarını almışız çoook... Mesele, din, iman, sivil-asker meselesi değil; insânî (daha doğrusu kadınsı) bir meselesiymiş meğer.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.