Lütfü Şehsuvaroğlu

Lütfü Şehsuvaroğlu

Düşman Kavi, Tali Zebun Yine…

Düşman Kavi, Tali Zebun Yine…

DOST GÜLÜNÜN SANALLIĞI ÜZERİNE BİR DENEME
Kırk yılı aşkın bir zamandır yazıyorum. İlk kitabımı 1974 yılında yazdım. Türk Milliyetçiliğinin Tarihi. İstanbul Ülkü Ocakları’nın açtığı Türkçüler Bayramı Araştırma – İnceleme yarışmasında ikinci geldi. Birinci rahmetli Erol Güngör idi. O ilk kitaptan bugüne kadar otuz kitabım neşroldu, on binlerce konferans verdim, onlarca gazete ve dergide yazdım. O dergi ve gazetelerde çıkmış makalelerimi toplasan bir ansiklopedi ebadında kitap ortaya çıkar.

Gerçekte ilk şiirlerim 1970 Çocuk Şairler Antolojisi’nde yayınlanmıştı. Yani buna göre yazmaya başlamam çok daha eski…

Sonra ocak günleri başladı.

Basın bildirileri yazdım binlerce…

Selahattin Sarı ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun başkanlığı döneminde handiyse ocağın bütün bildirilerini ben yazdım. Bir de Burhan Kavuncu… Sonrasında ise Mümtaz, Naci, Kemal, Nuri ve diğer arkadaşlar…

Niye bugünkü yazıya böyle başladım?

Şundan:

Hem basın bildirisi olarak yazdıklarımız, hem de dergi gazetelerin isimsiz üçüncü sayfa yazıları adeta birer tamim, birer talimatname, birer ideoloçya örgüsü gibidirler.

Yani eleştirilmesi ancak zıt görüşlü kişilerin arasında mümkündür.

Dolayısıyla o yazılar bütün arkadaşlarımız tarafından emir telakki edilir yahut kendi toplam beyinlerinin ve kalp gözlerinin birer yansıması olarak kabul edilirdi. Edirne’den Kars’a kadar bütün Türkiye bu yazıların muhtevasındaki ortak paydayı özümser ve yaşardı.

Böyle olunca biz biraz eleştirilmeye alışkın değiliz.

Geçenlerde bundan on beş yıl önce yayınlanmış bir romanın ikinci baskısını okuyan bir arkadaşım romanda geçen karakteri üzerine alınmış ve bir hareketin bütünü olarak yaptığımız vicdan muhasebesini anlamayıp kendisini katil yerine koyduğumuzu vehmetmiş.

Bir anda bütün hatıraları yerle bir ediveren hakaretler…

Hiç bunlara gelemem oysa…

Roman kahramanı çiroz, zayıf, ufak tefek bir adam iken dev cüsseli arkadaşım nedense üzerine alınmış.

Bir başka yazımda ise malum ev arkadaşım ve canımdan daha çok sevdiğim Muhsin Başkanı eleştirmişim. Hani şu bu köşede çıkan Türkeş ve Çevresi yazısı… Bu sefer de başka bir arkadaş üzerine alınmış.

Sana ne?

Muhsin Başkan demek ben demek, ben demek o…

Kime ne?

Biz Türkeş’i elbette ideolojik olarak da yerden göğe eleştirdik…

Fakat mesela bir sol kadar özeleştiri fırsatı yakalayabildiğimizi kim söyleyebilir?

Hoş bana göre Türk solu da gerçek anlamda bir muhasebe fırsatı yakalayabilmiş değildir ya neyse…

Ülkücü hareketin esas meselesi 12 Eylül’den bu yanan layık-ı veçhile bir muhasebe, bir özeleştiri fırsatı yakalayamamış olmasıdır.

Sadece ülkücü hareket mi?

Şimdi şu akıncıların hali pür melali ne Allah aşkına?

İşte iktidar süresince de gördük… Asla eleştiriye ve muhasebeye tahammülleri yok… Kibir almış başını gitmiş…

OOnun için istişare temel düstur olduğu halde, bu hareketlerde istişare geleneği ortadan kalkmıştır.

Artık liderin hoşuna gidecek bir diskur, istişare kıvamına getirilmekte ve insanlar kendi kendilerini kandırmaktadır.

Yazmak…

Baş belası bir şey…

Bugüne kadar dostlarımdan gördüğüm tahammülsüzlüğü düşmanımdan görmedim.

Onun için yazarken hiç hesaba katmazdım dostlarımın beni arkadan hançerleyeceğini…

Onlara sırtımı dönerdim. Bizim, öyle ya, vatan ve millet düşmanları ile derdimiz vardı.

Fakat bu yanlış imiş…

Öncelikle dostlardan emin olmak icap edermiş.

Lafın nereye uzayacağını kim bilebilir?

Fitne fücur hangi karanlık mahfilde arkamızdan tezgâh çevirmektedir ancak Allah bilir.

Aslında dostlarımız adına kılıç kuşandığımız zararlı çevre ve kişilerin, içimizde tezgâh çevirmediği ne malum?

Kim bilir bu kişi ve kurumlar en yakın arkadaşlarımı bana karşı nasıl kışkırtıyordur da hem onun, hem benim haberim yoktur…

Bu zararlı mahlûkları kitaplarımda ve yazılarımda bulabilirsiniz.

Çok büyük güç sahibi bunlar…

Satın almayacağı kimse yok…

Fakat herkes şunu bilmeli ki, Allah’tan başka kimseden ama hiç kimseden korkumuz yoktur Elhamdülillah…

Ve kırk yıldır yazan bu kalemi susturacak babayiğit daha anasının karnından doğmamıştır.

12 Eylül zindanları susturamamış, bizzat kafesinde haykırmışım; içerden Kenan Evren’e otuz sayfalık ültimatom göndermişim. 

Dikta rejimlerinde tırsmamışız, şimdi mi tırsacağız?

AAma işte düşmanımın attığı taşlardan hiç rahatsızlık duymayız da, dostun attığı bir gül yaralar bizi…

Hele gül yapma gül ise… O yapma gül taştan, demirden ise…

Biz de açarız yüreğimizi bir merhabaya…

Kardeşim duymaz da eloğlu duyar…

Kim bilir?

Şimdi bir sinema filmi yaptık.

Dursun Önkuzu’nun katlinden Mustafa Pehlivanoğlu’nun idamına kadar… başından sonuna kadar da İhsan başkan(!) var. Mehmet Sipahi var… onlar da hayal mahsulü… zaten sinema rüya sinemasıdır bana göre… gerçek ile hayalin peri padişahının kızı ile şehzadenin girip çıktığı beyaz perdenin sihri…

O kadar 12 Eylül filmi yapıldı…

Hepsinde de ülkücüler kötülendi…

Hiçbiri itiraz etmedi…

Şikâyet etmekle, kahırlanmakla ve “biz niye yapamıyoruz” laf-ı güzafıyla geçiştirdiler.

Şimdi benim filmime sabotaj yapıyorlar…

“Kime sordu da yaptı” diyorlarmış…

Fitne fücur çıkarıyorlarmış...

Ulan, vizyona daha girmemiş filmi ne ara ve nerede izlediniz de ne olduğuna hükmettiniz?

Bi sabredin bakalım… bi izleyin bakalım…

Ama utanacaksınız…

Ben de sizi bağışlamayacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Lütfü Şehsuvaroğlu Arşivi