Bir Kitap
DEVLETİMİZİN KURULUŞU başlıklı kitap Atsız’ın devletimizin 900. Yılı için kaleme aldığı daha doğrusu bir konferansından özetlenen ebad olarak küçük, eser olarak dev bir kitaptır.
1940 yılında yayınlanmıştır.
Buna göre devletimizin kuruluşu 1040’a yani Dandanakan Savaşı’na dayanmaktadır.
İki büyük Türk devletinin karşılaşması ve oradan Anadolu Türk Devleti’nin yani Selçukluların kazanması ile tebellür etmiş yeni siyasi varlığımızın başlangıcıdır.
O kitapta koca tarihimiz, bugün bin yılına merdiven dayamış devletimiz birkaç sayfaya sığdırılabilmiştir. Bu büyük bir hünerdir.
Rahmetli Erol Güngör’ün de Tarihte Türkler adlı kitabı öyle vukufiyetle ama özlüce anlatılan bir Türk Tarihi özetidir.
Atsız, büyük bir tarihçiydi ve bu eserinde de Türk Tarih Tezinin kısa çerçevesini bize sunmaktadır.
Büyük Türkçü, aslında bugün haksızlığa uğramaktadır, uğratılmaktadır. Hem kendini bilmez sözde taraftarlarınca, hem de güya İslâm’ı savunduğunu zanneden milliyet düşmanlarınca…
Oysa Atsız tarihçi olarak hiç de ırkçı değildir. Nurettin Topçu’nun bin yıllık tarih tezine, milli devlet, Anadolu birliğine inanmaktadır. Devletimizin kuruluşu Nurettin Topçu için 1071 Malazgirt’tir. Atsız için ise 1040 Dandanakan’dır, o kadar. İkisi de Türkiye devleti tezinde buluşmaktadır.
Atsız’ın Osmanlı padişahlarının hiçbirine bühtan ettiği, küçük gördüğü, Türk saymadığı görülmemiştir.
Deli İbrahim bile onun nazarında büyük bir padişahtır.
Elli sayfalık kitap Devletimizin Kuruluş öncesini bile çok güzel özetleyerek büyük zaferleri ve mağlubiyetleri ders çıkararak aktardıktan sonra Dumlupınar’a kadar getirmektedir.
1940 Tek Parti İktidarının hükümferma olduğu yıllardan biri.
Atsız hiç çekinmeden İnönü Milli Şef dönemine isyan etmiş bir adamdır. Necip Fazıl Büyük Doğu’sunda onunla uzun bir röportaj yapmış ve 1944 zulmünü o dergide okuyucularıyla paylaşmıştır.
1940 yılında devletimizin 900. Yılı kutlanmak icap ederken devlet ne hazindir ki, bu şuurdan uzak kendi korkularıyla boğuşuyordu.
Atsız şöyle diyor:
“Türkiye’nin 900’üncü yıl dönümünü ne üniversite, ne Tarih Kurumu ne de hiçbir teşekkül kutlamadı. Şehname’de baştan başa Türk düşmanlığı yapmış olan Firdevsi’nin 1000. Yılını kutlamak için heyet gönderecek kadar duygulu davrandıktan sonra kendi devletimizin 900. Yılına karşı bu kadar kayıtsız kalmamız ne acıklıdır.”
Atsız bizzat kendisi bu sefer 900. Yılı kutlamış ve bir konferans ve eser vücuda getirmiştir.
Koca tarihi de şu mısralarla özetlemiş sonunda:
“Kılıç Arslan öldü sanma yaşıyor bizde
Atila’nın ateşi var içerimizde
Kanije’nin gazileri daha dipdiri
Sınırdadır Plevne’nin kırk bin askeri
Edirne’de Şükrü Paşa bekliyor nöbet
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet
Şehitlerden elli milyon bekçisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedî vatan!”
Türkiye’nin kuruluş tarihi 1040 ve kuruluş yeri de Horasan ve Anadolu’yu birleştiren mihenktir.
Bugünlerde 2023, 2053, 2071 izafeleri var.
Buna 2040’ı da dahil etmek icap eder.
2040 yılında devletimizin 1000. Yılını kutlayacağız.
İnşallah devletimiz berhava olmadan.
Hazreti Ali’nin uyarısını dikkate alırsak, bu devlet payidar kalacak Allah’ın izniyle…
“Bir devletin çökmesi şu dört sebebe dayanır: 1. Asıl ilkelerinden ayrılma, 2. İkinci planda gelen şeylere önem verme, 3. Aşağılık adamların en başa geçmesi, 4. Erdemli kişilerin gerilere atılması.”
Asıl ilkelerin başında Allah’a adanmışlık gelir. Bütün Türklerin ve inananların büyük birliğini temsil etme iradesi bir de… Yeryüzünde Allah’ın eli olma vasfı yani adaletle hükmetme… Bu devlet işte bu nedenlerle ikincil gayelere sapmaz. Yüksek ideallerin siyasi vasfı yine bu nedenle aşağılık adamları başına geçirmez. Ve en önemlisi erdemlileri geriye atmaz…
Öyle mi?
Öyleyse beis yok.
Ama öyle değilse….
Bir insan
ATSIZ bir kahramandı.
O yüzden “Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir/ Ne de yıldızlar gibi parlayıp da sönmektir/ kahramanlık içerek acı ölüm tasından/ İleriye atılmak bir daha dönmemektir” diye yazdı.
Elbette Atsız’da çok eleştirdiğim yanlar oldu.
Bazı kızarak yazdığı günlük yazılarındaki noktalar dikkatlerden uzak tutulması gereken şeylerdir. Hınçla, sinirle söylenmiştir. Onun bu anlamda İslâm’a uzak sayılan nitelemeleri yüzünden yargılanmaya devam ettiğini söyleyebilirim. Ama haksızlık etmeyelim, Atsız bir karakter abidesidir.
İnanmış bir adamdır. Yüksek seciyesi vardır. Herkesin korktuğu sıkıyönetim dönemlerinde bile fütur eylememiştir.
Askerden filan çekinmemiştir.
Netice itibariyle bir tarih öğretmenidir.
General onu makamına çağırtıp “Atatürk’ün anlattığı tarihte bu senin yazdıkların yok hoca” diye söylenmesi karşısında hiç fütur göstermeden “Paşa, paşa Atatürk mü tarihçi ben mi tarihçiyim?” diye çekinmeden itiraz etmiştir.
Bugünkü gençler Atsız’ı karakter abidesi olarak değerlendirmelidirler.
Kimsenin karşısında eğilmemiştir.
Aç kalsa, susuz kalsa davasından dönmemiştir.
Paraya, iltimasa, zulme rıza ve eğilim asla seciyesinde yoktur.
Onun yazdığı Bozkurtlar romanı, hele hele Batı’nın olmayan tarihine bir sürü mitolojik kaynak aranması sırasında ne kadar da önemlidir. Bizim tarihimizde yalan inşa etmeye lüzum yoktur. Zira kahramanlarımız çoktur. Mitoloji değil gerçek tarihtir. Bozkurtlar eski devirlere ait bir milletin tarih tezine kaynaklık edebilecek değerli bir edebi eserdir. Milli şuur uyanıklığının edebî ifadesidir. Sonra onun Deli Kurt adlı romanı Osmanlı tarihi üzerine yazılmış en güzel romanlardan biridir. Çelebiler dönemini ne güzel anlatır. Mehmet Çelebi, Süleyman Çelebi… o devletin handiyse yıkılma emaresi gösterdiği demlerdeki varlık mücadelesi, o büyük çöküşün üzerinden daha bir asır bile geçmeden İstanbul’un fethine memur ve mamur kılan zihniyetin idamesini açıklar…
Atsız bize Türk edebiyatının en büyük kadın romancısının Safiye Erol olduğunu anlatırdı. Safiye Erol’u niçin bu kadar sevdiğini başka şeylere yorardım gençliğimde.
Şimdi tekrar tekrar Ciğerdelen’i okuduğumda gerçekten o büyük romanın üstüne roman yazabilen bir kadın yazar gelmediğini anlıyorum.
Viyana bozgunundan sonra kaç asır üstümüze geldiler. Hâlâ da gelmeye devam ediyorlar.
Hele Ciğerdelen Kalesi’nde yaşananlar ve onun bugüne gel gitlerle dönem dillerini ve yaşantısını da aktararak bir genç kızın tarih ve sevgi dolu göğsünü ruhumuza yaslaması kadar mahareti nerede bulabilirsiniz?
Bugün sanal ortamda giderek toz zerreleri halinde uçuşmaya başlayan gençliğimizin kitap okuma sevdasını ve yüksek karakterli insanların izini sürmesini salık verecek ağabeyleri olmaması ne acı?DEVLETİMİZİN KURULUŞU başlıklı kitap Atsız’ın devletimizin 900. Yılı için kaleme aldığı daha doğrusu bir konferansından özetlenen ebad olarak küçük, eser olarak dev bir kitaptır.
1940 yılında yayınlanmıştır.
Buna göre devletimizin kuruluşu 1040’a yani Dandanakan Savaşı’na dayanmaktadır.
İki büyük Türk devletinin karşılaşması ve oradan Anadolu Türk Devleti’nin yani Selçukluların kazanması ile tebellür etmiş yeni siyasi varlığımızın başlangıcıdır.
O kitapta koca tarihimiz, bugün bin yılına merdiven dayamış devletimiz birkaç sayfaya sığdırılabilmiştir. Bu büyük bir hünerdir.
Rahmetli Erol Güngör’ün de Tarihte Türkler adlı kitabı öyle vukufiyetle ama özlüce anlatılan bir Türk Tarihi özetidir.
Atsız, büyük bir tarihçiydi ve bu eserinde de Türk Tarih Tezinin kısa çerçevesini bize sunmaktadır.
Büyük Türkçü, aslında bugün haksızlığa uğramaktadır, uğratılmaktadır. Hem kendini bilmez sözde taraftarlarınca, hem de güya İslâm’ı savunduğunu zanneden milliyet düşmanlarınca…
Oysa Atsız tarihçi olarak hiç de ırkçı değildir. Nurettin Topçu’nun bin yıllık tarih tezine, milli devlet, Anadolu birliğine inanmaktadır. Devletimizin kuruluşu Nurettin Topçu için 1071 Malazgirt’tir. Atsız için ise 1040 Dandanakan’dır, o kadar. İkisi de Türkiye devleti tezinde buluşmaktadır.
Atsız’ın Osmanlı padişahlarının hiçbirine bühtan ettiği, küçük gördüğü, Türk saymadığı görülmemiştir.
Deli İbrahim bile onun nazarında büyük bir padişahtır.
Elli sayfalık kitap Devletimizin Kuruluş öncesini bile çok güzel özetleyerek büyük zaferleri ve mağlubiyetleri ders çıkararak aktardıktan sonra Dumlupınar’a kadar getirmektedir.
1940 Tek Parti İktidarının hükümferma olduğu yıllardan biri.
Atsız hiç çekinmeden İnönü Milli Şef dönemine isyan etmiş bir adamdır. Necip Fazıl Büyük Doğu’sunda onunla uzun bir röportaj yapmış ve 1944 zulmünü o dergide okuyucularıyla paylaşmıştır.
1940 yılında devletimizin 900. Yılı kutlanmak icap ederken devlet ne hazindir ki, bu şuurdan uzak kendi korkularıyla boğuşuyordu.
Atsız şöyle diyor:
“Türkiye’nin 900’üncü yıl dönümünü ne üniversite, ne Tarih Kurumu ne de hiçbir teşekkül kutlamadı. Şehname’de baştan başa Türk düşmanlığı yapmış olan Firdevsi’nin 1000. Yılını kutlamak için heyet gönderecek kadar duygulu davrandıktan sonra kendi devletimizin 900. Yılına karşı bu kadar kayıtsız kalmamız ne acıklıdır.”
Atsız bizzat kendisi bu sefer 900. Yılı kutlamış ve bir konferans ve eser vücuda getirmiştir.
Koca tarihi de şu mısralarla özetlemiş sonunda:
“Kılıç Arslan öldü sanma yaşıyor bizde
Atila’nın ateşi var içerimizde
Kanije’nin gazileri daha dipdiri
Sınırdadır Plevne’nin kırk bin askeri
Edirne’de Şükrü Paşa bekliyor nöbet
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet
Şehitlerden elli milyon bekçisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedî vatan!”
Türkiye’nin kuruluş tarihi 1040 ve kuruluş yeri de Horasan ve Anadolu’yu birleştiren mihenktir.
Bugünlerde 2023, 2053, 2071 izafeleri var.
Buna 2040’ı da dahil etmek icap eder.
2040 yılında devletimizin 1000. Yılını kutlayacağız.
İnşallah devletimiz berhava olmadan.
Hazreti Ali’nin uyarısını dikkate alırsak, bu devlet payidar kalacak Allah’ın izniyle…
“Bir devletin çökmesi şu dört sebebe dayanır: 1. Asıl ilkelerinden ayrılma, 2. İkinci planda gelen şeylere önem verme, 3. Aşağılık adamların en başa geçmesi, 4. Erdemli kişilerin gerilere atılması.”
Asıl ilkelerin başında Allah’a adanmışlık gelir. Bütün Türklerin ve inananların büyük birliğini temsil etme iradesi bir de… Yeryüzünde Allah’ın eli olma vasfı yani adaletle hükmetme… Bu devlet işte bu nedenlerle ikincil gayelere sapmaz. Yüksek ideallerin siyasi vasfı yine bu nedenle aşağılık adamları başına geçirmez. Ve en önemlisi erdemlileri geriye atmaz…
Öyle mi?
Öyleyse beis yok.
Ama öyle değilse….
Bir insan
ATSIZ bir kahramandı.
O yüzden “Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir/ Ne de yıldızlar gibi parlayıp da sönmektir/ kahramanlık içerek acı ölüm tasından/ İleriye atılmak bir daha dönmemektir” diye yazdı.
Elbette Atsız’da çok eleştirdiğim yanlar oldu.
Bazı kızarak yazdığı günlük yazılarındaki noktalar dikkatlerden uzak tutulması gereken şeylerdir. Hınçla, sinirle söylenmiştir. Onun bu anlamda İslâm’a uzak sayılan nitelemeleri yüzünden yargılanmaya devam ettiğini söyleyebilirim. Ama haksızlık etmeyelim, Atsız bir karakter abidesidir.
İnanmış bir adamdır. Yüksek seciyesi vardır. Herkesin korktuğu sıkıyönetim dönemlerinde bile fütur eylememiştir.
Askerden filan çekinmemiştir.
Netice itibariyle bir tarih öğretmenidir.
General onu makamına çağırtıp “Atatürk’ün anlattığı tarihte bu senin yazdıkların yok hoca” diye söylenmesi karşısında hiç fütur göstermeden “Paşa, paşa Atatürk mü tarihçi ben mi tarihçiyim?” diye çekinmeden itiraz etmiştir.
Bugünkü gençler Atsız’ı karakter abidesi olarak değerlendirmelidirler.
Kimsenin karşısında eğilmemiştir.
Aç kalsa, susuz kalsa davasından dönmemiştir.
Paraya, iltimasa, zulme rıza ve eğilim asla seciyesinde yoktur.
Onun yazdığı Bozkurtlar romanı, hele hele Batı’nın olmayan tarihine bir sürü mitolojik kaynak aranması sırasında ne kadar da önemlidir. Bizim tarihimizde yalan inşa etmeye lüzum yoktur. Zira kahramanlarımız çoktur. Mitoloji değil gerçek tarihtir. Bozkurtlar eski devirlere ait bir milletin tarih tezine kaynaklık edebilecek değerli bir edebi eserdir. Milli şuur uyanıklığının edebî ifadesidir. Sonra onun Deli Kurt adlı romanı Osmanlı tarihi üzerine yazılmış en güzel romanlardan biridir. Çelebiler dönemini ne güzel anlatır. Mehmet Çelebi, Süleyman Çelebi… o devletin handiyse yıkılma emaresi gösterdiği demlerdeki varlık mücadelesi, o büyük çöküşün üzerinden daha bir asır bile geçmeden İstanbul’un fethine memur ve mamur kılan zihniyetin idamesini açıklar…
Atsız bize Türk edebiyatının en büyük kadın romancısının Safiye Erol olduğunu anlatırdı. Safiye Erol’u niçin bu kadar sevdiğini başka şeylere yorardım gençliğimde.
Şimdi tekrar tekrar Ciğerdelen’i okuduğumda gerçekten o büyük romanın üstüne roman yazabilen bir kadın yazar gelmediğini anlıyorum.
Viyana bozgunundan sonra kaç asır üstümüze geldiler. Hâlâ da gelmeye devam ediyorlar.
Hele Ciğerdelen Kalesi’nde yaşananlar ve onun bugüne gel gitlerle dönem dillerini ve yaşantısını da aktararak bir genç kızın tarih ve sevgi dolu göğsünü ruhumuza yaslaması kadar mahareti nerede bulabilirsiniz?
Bugün sanal ortamda giderek toz zerreleri halinde uçuşmaya başlayan gençliğimizin kitap okuma sevdasını ve yüksek karakterli insanların izini sürmesini salık verecek ağabeyleri olmaması ne acı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.