TSYD’yi kirletenler ve de başka işler!
BAŞLIK uzun oldu değil mi? Eh ilk bakışta ilgi çeksin de okunsun diye yapılır bu zaman zaman...
Açalım... Türkiye Spor Yazarları Derneği kurulduğundan bu yana içinde Türk Bayrağı ve bir atletin dünyayı tutmuş pozisyonu ile tanınırdı. Yani amblem buydu. Kim bulduysa helal olsun derdik hep. Bendeniz de, Allah nasip etti, 12 yıl bu dernekte aralıksız yönetim kurulu üyeliği yaptım. İkinci başkanlık, genel sekreterlik ve dış ilişkiler sekreterliği... Bu süreçte “Ben yaptım oldu” demesiyle tanınan rahmetli Özal’ı ayağımıza kadar getirtmiştik. Şu sosyal tesisler meselesi için... Artık işleri gençlere devretmek zamanı geldiğinde de, yanlış hatırlamıyorsam 1991’de kenara çekildim. Bu eylemim biraz da giderek erozyona uğrayan gazetecilik mesleğinin spor yazarlığını da vuracağını görmekten oldu. Ne yazık ki yanılmamışım. Eski yıllarda genel kurulda ortalık çiçekten geçilmez, divan başkanı da telgrafları okumaktan bitip tükenirdi. Bundan üç veya dört genel kurul öncesi, onca hizmetimize rağmen delege seçilmeme rağmen genel kurula gittim ve beş dakikalık konuşma için onlardan izin istedim. Sağ olsunlar verdiler. Bu kısa süreçte dedim ki, “Etrafınıza bir bakın kaç çiçek var? Sadece Gençlerbirliği ve Ankaragücü’nden... Peki, sayın başkan önünüzde kaç telgraf var?” Eyüp Karadayı’nın cevabı “Hiç yok” olmuştu. Ben bu beş dakikada aslında bugünlerin haberini veriyordum. Bu son genel kurulda, seçimi kazananlar kuliste, “Bu dincileri mi burayı bırakacağız” diye tur atıyorlardı. Yani Sabah, Türkiye, Yeni Şafak, Milli Gazete gibi gazetelerin tarafını kastederek. İşte bu kafadaki yeni yönetim. Amblemden Türk Bayrağın çıkartarak hangi kafada olduğunu göstermiştir. Hem de benim askerim, benim polisim. Benim vatandaşım o bayrak için şehit düşerken... Şayet biraz utanmanız varsa, hemen çeker gidersiniz. Dedikodu alanı içine giren arabalarınızı da alıp... Tabii giderken bu derneği kuran, oraya hizmet edenlerden özür de dilemeniz gerekiyor.
Fena gaza bastım değil mi, Harun kardeş? Sen yine de Rize olayını araştıra dur. Ama sakın ha Karadeniz taraflarında kalma. Biraz beriye gel... Neyse... Hakemlerin eğitimi şimdi de bir İtalyan olan Rosetti’ye geçmiş. Gazetelerden ve ekranlarda daha modern bir eğitim çalışmasının içine girilecekmiş. Bu İtalyan hem ülkesinde, hem de Rusya’da çok önemli işler yapmış. Tamam da, acaba bu Rosetti usta, bizim hakemlerin en ciddi eksiği olan yüreklerinde bir yenilik yapabilecek mi? Mesele buradadır. Yönettikleri maçlarda sahada yer alanların formalarının renklerine bakmadan maç yönetebilecekler midir? Kulakları tribünlere, yöneticilere kapalı kalabilecek midir? Mesele buradadır.
Kupa bu defa işe yarıyor. Ara fikstürü ligin ikinci yarısının başlamasına çok yakın oluşu ile kupaya takımlar, hele hele birinci ligde şampiyonluk mücadelesi verenler neredeyse tam kadro çıkıyorlar. Çünkü lig kapıdadır. Bu da en iyi hazırlık sürecedir diye...
Son bir kaç cümle de bir yarışmadan olsun... Altın Topu Messi kazandı. Tamam. Ardında Ronaldo var. Tamam... Ama benim aynı yarışmadaki teknik adam birinciliğine bir itirazım var. Barcelona teknik direktörü Luis Enrique birinci olmuş. Oysa bu ödül Atletico Madrid hocası Diego Simeone’ye ait olmalıydı. Şöyle bir yarışmadaki hocaların ellerinde bulunan kadrolara, mücadele koşullarına bir bakın bakalım, benim aday hak ediyor mu etmiyor mu? Her sezon en az iki önemli yıldızını kaybeden bir hoca hâlâ İspanya gibi birlikte şampiyonluk mücadelesi verebiliyor ve de Şampiyonlar Ligi’nde de yürüyorsa, sizce haksız mıyım?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.