Osmanlı Çınarına Can Suyunu Veren Memba
Bir ağacın sıhhatli bir şekilde büyümesi birkaç hususa bağlıdır. Evvela fidan sağlam olmalıdır. Fidanın cinsinde bir sıkıntı varsa o fidandan ulu bir ağaç meydana gelmez.
İkinci olarak fidanın dikildiği toprak mümbit olmalıdır. Çünkü fidan ne kadar iyi olursa olsun dikilen toprak verimli değilse o fidan iyi beslenemez ve bir müddet sonra çürümeye yüz tutar.
Üçüncü husus ise can suyu mevzuudur. Çökek eşilip, araziye göre fidanın bakısı tespit edildikten sonra euzu besmele çekilip, salavat getirilip fidan dikilir ve o fidana can suyu verilir.
Can suyu fidanın olmazsa olmazıdır. Can suyu fidanın ölü bedenini harekete geçirerek adeta onu ihya eder.
Geliniz bu süreci Osmanlı çınarının yetişmesine tatbik edelim.
OĞUZLARIN MAYASI
Fidan için cins ne ise milletler için de maya odur. Osmanlı çınarının azametini kurucuları Oğuzların mayasının sağlamlığında aramak gerekir.
Şüphesiz ki hepimiz Âdem (aleyhisselam) babamızın evlatlarıyız. Lâkin buradan hareketle herkes aynıdır tespitine varmak her zaman isabetli olmayabilir. Hem Hâbil hem Kabil de Hazret-i Âdem’in (aleyhisselam) evlatları idi. Ama biri dünyada ilk cinayeti işledi öteki ise duruşu ile Peygamber oğluna yakışır şekilde hareket etti.
Habil-Kabil misali milletler de temelde aynı batından gelseler dahi aralarında ruh, mana, meşrep farklılıkları mevcuttur. Bu farklılıklar bir yerde milletlerin alâmet-i farikasıdır. Mesela Çinliler beş bin senedir aynı topraklarda olduğu halde onların kuzey komşusu Türkler aynı süre içerisinde on binlerce km’lik sahayı kat etmişlerdir. Bu mayanın farklı olmasındandır. Burada şu suali sormak meseleyi daha iyi anlamaya yardımcı olur:
Neden Osmanlı gibi tarihin en kudretli-köklü devletini Farslar, Hintliler yahud kavm-i necip Araplar kuramadı da Oğuz Türkleri kurdu?
Farsların yazılı kültürü daha gelişmişti; Araplar ise dinin ilk kaynağını teşkil ediyorlardı; Hintliler ise nüfus ve tabiî kaynak bakımından Oğuzlardan daha iyi konumdaydı. Bütün bu üstünlüklere rağmen Allah’ın inayetiyle maya yönünden sağlam olan dönemin Oğuzları bu büyük yükün altından kalkabildi.
SAHABE-İ KİRAM’IN YOLUNDA BİR MİLLET
11- 15. asırlar arasındaki Oğuzlara baktığımızda şu hususiyetleri görürüz:
Âmirlerine itaatkârdırlar. Bu itaat “ordu-millet” yapısından gelen Türklerin en bariz vasıflarındandır. Emirlere riayet etmemek bir yerde başıbozukluk demektir. Bu başıbozukluğun görülmediği askerî meşrepli halklar umumen diğerlerini hep mağlup etmişlerdir.
Bu aynı zamanda “sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz” (Nisa-59) buyruğunun gereğidir. Sahabe-i Kiram’a (radiyallahu anhüm) baktığımızda da Şanlı Peygamberimize (aleyhisselam) kemaliyle itaat ettiklerini görürüz.
Oğuzların bir diğer vasfı vatan, millet, din ü devlet için adanmışlıklarıdır. Esasında bu saydığımız kavramlar birbirinden ayrı olmayan, birbirine bağlı, birbirinin mütemmim cüzü olan mefhumlardır.
Millet, Hakk’a tapan kitle; vatan, bu kitlenin ibadet ü taatini gerçekleştirdiği coğrafya; devlet ise kitlenin en yüksek teşkilatıdır. Müslüman Türk, vatanının, milletinin ve devletinin payidar kalması için erkeğiyle hanımı ile her türlü fedakârlığı yapmaya her daim hazırdır. Bu husus Ashab-ı Kiram’ın has vasıflarındandır.
Oğuz demek bir yerde İslâm’ın kılıcı demektir. O kılıç kavi ve keskin olduğu müddetçe Müslümanlar emniyettedir. O kılıç paslanıp da çürümeye yüz tuttuğu zaman ise Müslümanların inhitatı başlar. Bu tarihte hep böyle olmuştur. Bu vasıfları da Oğuzların Sahabe mirası üzerine olduklarına bir delildir.
Oğuzların diğer güzelliklerini saymaya devam etmemiz yazımızı uzatabilir. Merak edenler Arab seyyah el-Cahiz’in “fazâ’il el-etrâk” (Türklerin Faziletleri) isimli eserine başvurabilirler.
RESÛL-İ EKREM’İN MESCİDİ, ŞEYH EDEBÂLİ’NİN DERGÂHI
Şanlı Peygamberimiz (aleyhisselam) devletini Mescid-i Nebevî’de kurmuş ve idare etmiştir. Mescid-i Nebevî bizim için Mescid-i Haram’dan sonra ikinci makbul mabed olmasının yanında devletin kurulduğu ve yönetildiği yer olması bakımından da mühimdir.
“Âlimler, Peygamberlerin varisleridirler” hadîsince o varislerden biri olan aynı zamanda Osman Gazi’nin mürşidi ve kayınpederi Şeyh Edebâli Hazretlerinin dergâhı da Peygamber Mescidinin bir yerde “diyâr-ı Rûm”daki uzantısıdır diyebiliriz.
Şanlı Peygamberimizin (aleyhisselam) Medine-i Münevvere’ye hicreti ve Mescid-i Nebevî’de devletini kurması nasıl fetihler çağını başlattıysa, O’nun yolundaki âlimlerden olan Şeyh Edebâli’nin de Selçuklu’nun sınır boyuna yerleşip tekkesini kurması ve Osman Bey’in o dergâhta gördüğü rüyayı teville ona “Devlet-i Âliyye”nin müjdesini vermesi yeni bir “fütuhat hareketi”nin fitilini ateşlemiştir.
Şeyh Edebâli Hazretlerinin dergâhı yeni dikilen Osmanlı çınarına can suyunu veren memba’dır. O dergâh dahi kuvvetini, kudretini Mescid-i Nebevî’den alır.
Ana memba’ Şanlı Peygamberimiz (aleyhisselam)dır. Edebâliler, Emir Sultanlar, Ak Şeyhler ve onların pîri Ahmed Yesevîler, Bahaeddin Buharîler, İmam-ı Rabbanîler (rahmetullahi teala aleyhim ecmain) o memba’dan çağlayan pınarlardır. Bu meseleyi idrak ettik mi Osmanlı’yı da idrak ettik demektir. Bütün bunları görmezden gelip Osmanlı’yı Batılıların materyalist, kuru akademik bakış açısı ile değerlendirirsek, Osmanlı’yı Osmanlı yapan dinamikleri lâyıkiyle anlayamayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.