İnsanlık Vaziyetinden Memnun mudur?
Biliyoruz ki yeryüzünde çok çeşitli renk ve dillerde ırklar, kavimler ve uluslar yaşamaktadır. Bütün bunlar rengârenk bir bahçenin çiçekleri gibi yeryüzüne güzellikler bahşetmektedir. Her çiçeğin bir başkasına göre şekil, biçim, renk, koku ve şifa bakımından farklı bir yanının ve özelliğinin olması gibi, her ırkın da bir başkasına göre bazı konularda farklılıklar taşıması normaldir.
Sonuçta bu farklılıklar ve özellikler “tanışma, bilişme ve birbirinden istifade etme” bakımından hepsine de ayrı bereketler, faydalar sunacaktır. Herhalde bu güzelliği görmeyip de bütün şekil, biçim, renk, dil ve karakterdeki insanları bir teke indirmek ne kadar büyük bir zevksizlik ve basmakalıp bir sıradanlık olurdu.
Evet, bütün insanlar, ırklar, kavimler, milletler Hz. Âdem (as) ile eşi Havva'dan yaratılmıştır. Bu, ırkçılığı reddeden bir hakikattir.
Peki, ama insanın değeri ne iledir ve bu yaratılış niçin böyle tecelli etmiştir?
Kur’an bir ayetiyle bu evrensel sorunu çözer:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”(Hücurat 13.)
Ayet gayet açıktır. Buna göre insan toplumlarının ırklara, kabilelere ayrılması aslında onların tanışmaları, bilişmeleri ve ilimde, sanatta, ticarette, yönetimde yardımlaşmaları amacına bağlıdır.
Tanışıp sevişmek, yardımlaşarak güzel ahlakı tatbik etmek, böylece daha büyük, daha eğitimli, kalkınmış, uygarlık seviyesi üstün ve mutlu toplumlar meydana getirip korunmak içindir. Allah indinde en itibarlı olanlar ise, ayette bildirildiği gibi, en takvalı, yani sorumluluklarının bilincinde olanlardır. İnsanlar arasında “ırkçılık” dediğimiz zulüm ve sömürüye neden olacak kalıtımsal bir üstünlük hiçbir zaman söz konusu değildir.
Müslümanlar ilim ve hikmeti kendi öz malları saymışlardır. Onları yabancıların elinde bulsalar dahi, sanki bir “yitik malları” gibi kabul eder ve onu alırlar. Bunu bir gurur meselesi yapmazlar.
“İlim Çin’de bile olsa gidip almayı” marifet bilerek teşvik etmişler, kendileri de ellerinden geldiğince insanlığa bu açılardan faydalı olmaya gayret etmişler, yeryüzünün imar ve bayındırlığına katkı sunmuşlardır. Bu zamana kadar da bunda daima öncü olmuşlar, medeniyet sofrasında asla bir tufeyli olarak kalmamışlardır.
Müslümanlar, Müslüman olmayanların da iyi olmalarını, her türlü fitne, fesat ve kötülükten kurtulmalarını ister ve bunun için çaba harcarlar. Bu da inançta, ilimde, sanatta, kültürde değişim ve dönüşüme, gelişim ve kalkınmaya açık olmaktır.
Müslümanların en büyük davası, Allah’ın da en çok sevdiği amel, sürekli olarak insanları Allah’a çağırmaktır. Allah’ı tanımak, Allah’ı sevmek, saymak ve irâdesine teslim olmak demektir.
İslam düşüncesi insanlığa hâkim olmadan barış mümkün değildir. Aksini iddia edenlere şunu söyleriz; işte insanlığın geldiği en üst seviye, günümüzdür.
Memnun musunuz?
Biz Müslümanlar değiliz. Biz geçmişte bu seviyenin çok çok üstünde devlet ve medeniyet kurduk, insanı inşa ettik. Davamız, yeni bir inşa davasıdır.