Eski Türkiye
İslâm’ın ilk halifesinin konuşmasında şu cümleler geçiyordu: "Doğruda olduğum müddetçe bana yardım ediniz. Yanlışta olursam, beni düzeltiniz."
Bilirsiniz, üzerinde on dört yamalık bulunan eski cübbesini çıkarıp yeni cübbesiyle hutbeye çıkan Hz. Ömer:
- Ey cemaat! Dinleyin ve itaat edin, diyerek söze başlar.
Selmanî Farisî:
- Dinlemiyoruz ve itaat etmiyoruz, der.
- Neden?
-Bize düşen ganimet kumaşından bir cübbe çıkmadı. Sana nasıl çıktı?
Hz. Ömer'in hesabı hazırdır:
-Kalk konuş Abdullah!
Oğlu Abdullah kalkar konuşur:
-Payıma düşen hisseyi babama verdim. Cübbe öylece çıktı.
Sahabinin cevabı da nettir:
-Şimdi konuş, dinleriz; emret, itaat ederiz...
Aradan asırlar geçti. Gün geldi, devran döndü, zaman, Müslümanlar zayıfladı. Tabii ilimlerde ve teknikte güçlenen batı, birlik içinde saldırarak Müslümanları yendi. Ülkelerini işgal etti. İlk yaptıkları iş, yukarıda fazilet örneklerini sunduğumuz halifeliği ve onun tabi olduğu şeriatı kaldırdılar.
Yerine neyi koydular.?
Bize göre can düşmanımız Batılıların yönetim biçimini ve dinsiz/laik hukukunu koydular. Elbette ki yerliler eliyle. Ama anlamadan, ya da işlerine gelen kadarı ile uyguladılar.
Taklitten ne beklersiniz ki?
Ne attığımızın adamı olduk, ne aldığımızın adamı.
Geçmiş inkar karanlığında, gelecek tecrübesizlik karanlığında kaldı, bize bir ışık verip de önümüzü aydınlatmıyor. Afrika’nın ilkel kabilelerine döndük maalesef…
Şimdi cumhuriyet varmış, demokrasi varmış. İnsan hakları ve hürriyetleri, evrensel hukuk, hukukun üstünlüğü, sosyal devlet vb. gibi bayraklarının kaldırıldığı çağımızda aptal ördekler gibi yürümesini bilmeyen bir rejime erişmişiz. Bizim ülkemiz de altına imza atmış evrensel değerler ve insan hakları ile özgürlükleri ifade eden kimi yasalar altına. Güya çağdaş devlet olmuşuz böylece.
Ya uygulama...
Uygulama fecaat! Devrim kana doymuyor.
Vatanı kurtarırken verdiğimiz şehitlerin sayısını kat be kat geçen katliamlarda kurbanlar veriyorduk maalesef. Tarife sığmaz acılardı yaşanan. Tekerlekli istiklal mahkemeleri geçtiği her şehirde darağaçları dikiyordu. Takriri sükunlar cinayetlerin gizlenmesine sebep oluyordu. Her darbede insanlar vatanlarından gurbetlere aç susuz fırlatıp atıyor, sürgünler sülale boyu sürüyordu. Millet karda kışta telef oluyor, gittikleri yerde kıran geçiriyor, acıları asırları saracak öletler yaşanıyor, ağıtlar yakılıyordu.
Tek patinin diktatörlüğünü “cumhuriyet” diye kutlamak zorundaydık. Aman ne zillet…
Derken bir şeyler oldu.
Bize başımızdakilerden daha müşfik ve merhametli Batılıların tazyiki ile ülke siyasi sebeplerin getirdiği zaruretler sebebiyle çok partili demokrasi devrine geçmek zorunda kaldı.
Halk ilk rahat nefesi böyle aldı.
Aldı ama o dönemin adı demokrasi olsa da halk yine yoktu yönetimde. Demokrasi, tıpkı cumhuriyet gibi hikaye idi.
Ama ne de olsa nefes aldıran bir hikaye.
Beklerseniz dünden günümüze de geleceğiz elbette.