BATIRAN BATICILAR
Özellikle son iki asırda Batı’daki gelişmeler ve değişmeler dolayısıyla, ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde yoğun bir şekilde Batı hayranlığı başladı. Aşırı bazı Batı hayranları Müslüman sevgisini kalplerinden çıkarıp oraya Batı sevgisini yerleştirdiler. Tanzimat devri bunun resmi bir başlangıç belgesi niteliğindedir. Toplumda “Batı’yı sevenler ve sevmeyenler”, “Batıcılar ve Batıcı olmayanlar”, “ilericiler”, “gericiler” şeklinde çeşitli ayırımlar ve değerlendirmeler de yapıldı. Özellikle bir asırdan bu yana toplumumuz çalkalanıp durdu, bocaladı. Bu bocalama hâla devam ediyor.
Gerçekten Batı, dünya işlerini akıl ve bilim ışığında yürütmeyi öğrendikten sonra, dünya sahnesinde kendini hissettirdi. Daha önce aklı dışlamıştı; karanlıkta ve akıldışı bir çizgide yürümekteydi. İşte bu çizgiyi değiştirdi. Bunda İslam’ın etkisi çok büyük olmuştur. Çünkü İslam, dünya işlerinde aklı alabildiğine serbest bırakmıştır. Zira dünya işleri akılla yürütülür. Bunun yanında, Batı bilime ve düşünmeye de önem verdi; dolayısıyla gelişti, değişti; dünyayı imar etti; dünyevi bakımdan mükemmel bir hayat tarzı ortaya koydu.
Başlangıçta Müslüman önderlerin ve Müslüman ilim adamlarının dikkatini çekmeyen bu gelişmeye, Müslümanların evlatlarından ilgi duyanlar ve bu gelişmeyi görenler Batı’ya büyük bir hayranlık duydu; hayranlıkla bağlandı ve Batı’daki bu gelişmeye dikkatleri çekti. Fakat ne yazık ki, Müslümanların önderi durumundaki kuruluşlar bu gelişme ile ciddi bir şekilde ilgilenmedi; sadece bazı gerekçelere dayalı olarak Batıya karşı çıkmakla yetindi; Batı tarzındaki hayata şiddetli bir tepki gösterdi. Batı’yı çok iyi tahlil etmeleri ve buna göre “Hikmet müminin yitik malıdır; onu bulduğu yerde almalıdır.” Hikmetinin gereğini yerine getirmeleri gerekirdi. Fakat bunu yapmadılar, belki hikmete aykırı davrandılar. Gözlerini bu olguya yumdular, Batı’daki gelişmeleri görmezlikten geldiler. Bunun temelinde yatan sebep kanaatimizce Osmanlılarda ve İslam dünyasında son asırlarda hâkim olan dini taassuptur. Taasup insanı kör ve sağır eder.
Batı’daki güzellikleri, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri, aslında Müslümanların önderlerinin, özellikle İslam âlimlerinin ele alması ve bunları kazanarak hayata geçirmeye çalışması gerekirdi. Bu önemli bir görevdi. Fakat ne yazık ki yerine getirilmedi. Esas sorumlular bu görevi yerine getirmeyince, önder olmayan ve nefsaniyetine mahkûm olan bir kesim tarafından, Batı yanlış anlaşıldı ve yanlış alındı. Gelişme ve değişmelerin sırrı alınacağı yerde, sonucu alındı. Sadece Batı tarzındaki hayat taklit edildi. Oysa bir olgunun sebebi alınırsa aslı da alınır; sonuç alınırsa hiçbir şey alınamaz.
Batıcılar bunun için bize Batı’dan hikmet ve bilgi getiremediler; metot getiremediler; hayırlı bir şeyler kazandırmadılar. Sadece onların hayat tarzını, renklerini ve boyalarını taklit ettiler. Özü değil kabuğu almaya çalıştılar. Oysa kabuk bir işe yaramaz. Esas olan özdür. Bu özü almak Müslümanların akıllılarının ve önderlerinin işi idi. Onlar bu görevi yapmadılar. Tabii olarak bunun bizim kuşaklara maliyeti çok pahalı olmuştur. Çektiğimiz bunalımlar ve sıkıntılar bu faturanın ağır maliyetindendir. Önder olmayanların yaptığı iş de ancak bu kadar olur. Çağımızda ise Müslümanların Batı ile sıkı ilişkiye girmelerinin temelinde yatan unsur, tarihteki bu eksikliği gidermektir.
Bugün Türkiye’nin AB’ye katılma çabalarının altında yatan sebep kanaatimizce tarihteki âkil Müslümanların yerine getiremedikleri görevi ifa ederek Batı’nın alınacak taraflarını alıp onlardan yararlanma çabasından ibarettir. Tarihten kalan boşluğu doldurmak herhalde bugün ki Cumhuriyet hükümetine nasip olmuştur. Eğer bu gecikme olmasaydı, biz bugüne kadar Batıcılardan bunca eziyeti görmeyecek ve sıkıntıları çekmeyecektik. Dolayısıyla, sadece Batıcıları eleştirmek de çıkar yol değildir. Onlar bünyemizde doğan çıkan boşluğu doldurmak için ortaya çıktılar, fakat cüsseleri bunu doldurmaya yetmedi. Yetmediği için de sıkıntısını millet çekti.
Avrupa’da dünya işleri düzenli, rahat ve mükemmel bir düzeyde yürüyor. Her şey belli bir prensip çerçevesinde yürütülüyor. Hak ve hukuka riayet esas alınıyor. Vatandaşlar arasında ayırım yapılmıyor. Âdeta tabiî evrensel düzen hayata geçiriliyor. Köyler, kasabalar, fabrikalar, oteller, işyerleri insanın ruhunu okşuyor. Binalar vahşi değil, çevre ile ve tabiatla tam bir uyum halinde… Hayatta ve çevrede kirlilik yok. Cinsel hayat dışında, ahlak kurallarına, hak ve hukuka, hukuk kurallarına ve prensiplere tam olarak riayet ediliyor.
Ülke topraklarının her yerinde; şehir ve kasabalarda, köylerde, yollarda, ormanlarda son derece mükemmel bir imar göze çarpıyor. Avuç içi kadar imarsız bir yer bırakılmadı. Bakıldığı zaman, gözü rahatsız edecek en küçük bir düzensizlik yok. “Şurası da hoş olmadı, güzel değil” denilebilecek bir nokta bırakılmadı. Dünya işlerini yürütmede Batılıların son birkaç asırda ulaştıkları seviye gerçekten tebrike şayandır.
Fakat Batı’nın bir eksiği var, insanlık… Batı’da insanlık yok edildi, sosyal ilişkiler katledildi. İnsan bile makineleşti. Dolayısıyla robot bir toplum oluştu. Batı’nın sıkıntısı işte budur. Bu sıkıntıyı aşmak için onların en çok muhtaç olduğu şey kanaatimizce İslam’dır, İslam’ın sosyal hayat ilkeleridir. İnşallah o da İslamlaşma ile tamamlanacaktır. Nitekim İslam’ı tanıyanlarının bu ihtiyacı giderdikleri ve derhal İslam’ı kabul ettikleri görülmektedir.
Bizdeki Batıcılar göz kamaştıran bu gelişmeleri bizim kuşağımızdan çok daha önce gördüler. Osmanlıların siyaset sahnesinden uzaklaştırılmasından sonra da ülke yönetiminin başına bunlar geçtiler. İnsan ister istemez düşünüyor. Bunlar Batı’ya sık sık gidip gelirken gözleri kör mü idi ki bu gelişmeleri görmediler? Onlarda hiç mi düşünme yeteneği yoktu? Hiç mi bundan etkilenmediler? Bunların akılları neredeydi?
Onlar bu gelişmeleri gördüler, fakat sadece nefislerinin ve şehvetlerinin arzu ettiği şeylere dikkat ettiler; diğer gelişmelere gözlerini kapadılar. Nefsaniyet ve şehvet ön plana çıktı. Bunun için sadece kadınların başlarını ve bacaklarını açmaya çalıştılar. Fakat onların zihinlerini geliştirmek ve zihniyetlerini açmak için bir gayret göstermediler.
Batıcıların gözleri vardı, fakat görmediler; kulakları vardı, fakat işitmediler. Nefisleri ve nefsaniyetleri, onların gerçekleri görüp işitmelerine engel oldu. “Batı Batı”, dediler, fakat Batı’yı alamadılar; üstelik Doğu’dan da oldular. Güzelim şehir ve kasabalarımızı yok ettiler. Bunların yerine Batı’nın mimarisini ve yerleşim planlarını getirmediler; belki çirkin beton yığınlarını mesken diye gelişme diye toprakların üzerine yığdılar.
İnsan Batı’dan Türkiye dönüşünde, hava alanına inerken yukarıdan baktığı zaman, şu manzara ile karşılaşır: Galiba birileri gökte kütleler halinde beton harçları yoğurmuş ve bunları yukarıdan aşağıya doğru bırakmış da bu binalar kendiliğinden gelişigüzel oluşmuş. Güzelim çevreyi ve ilahi tabiatı o derece tahrip ettiler ki, insan bu manzara karşısında güzellik duygusunu bile yitiriyor.
İnsan birini severse onun gibi olmaya çalışır. Bu Batıcılar sevmesini bile bilmeyen ve yüksek duygularını kaybeden bedhahlardır. Bunlar nefislerini ve zevklerini baş tacı eden insanlardır. Bunlar mideleri ile düşünen varlıklardır.
Batı, kafası ile düşünerek ve akl ederek bu güzelliklere ulaştı. Bizim Batıcılar ise mideleri ile düşündükleri için, dünyamızı ve çevremizi midelerine benzettiler. O kadar çirkin bir yapılaşma, çevre ve bina kirliliği meydana getirdiler ki, dünyanın en büyük inşaat firmalarına, bu ülkeyi kirletmek ve çirkinleştirmek için ihaleye verilse ve bunun için trilyonlarca para harcansa, bu kadar başarılı olamazlardı. Bizim Batıcılar işte bunu başardılar; Allah’ın tertemiz ve güzel olarak yarattığı tabiatı yaşanmaz duruma getirdiler. Altın değerindeki Anadolu topraklarını terk ederek halkımızın belli şehir merkezlerinde toplanmasına sebep oldular; Anadolu’yu boşalttılar; nerde ise Türkiye’yi birkaç şehre sığdırdılar. Bizi kalkındırmadılar. Batıran Batıcılar gerçekten çevremizi batırdılar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.