Adam gibi adam
Bir kaç hafta önce, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in bir konuşmasını dinliyordum.
Öylesine düzgün, öylesine tutarlı laflar ediyordu ki, “Bu adam çok farklı bir adam. Yarın bunu yazayım” dedim kendi kendime.
Sonra unuttum.
Daha doğrusu, “Dam üstünde saksağan gibi olacak. Bunu yazsam okur yanlış anlar” kompleksine kapıldım herhalde ve yazmadım.
Dünden beri “Keşke yazsaymışım” diyorum.
Çünkü Mehmet Ali Şahin “Adam gibi adam” olduğunu bir kez daha gösterdi.
Türkiye’de şimdiye kadar hiç kimsenin gösteremediği bir açıklıkla, netlikle.
Biliyorsunuz, Engin Ceber isimli bir tutuklu, Metris Cezaevi’nde işkence sonucu öldü.
Büyük bir rezalet.
Giderek azaldığını düşündüğümüz işkencenin, en azından fiziksel işkencenin, yeniden hortladığını gösteren bir durum.
Türkiye bunları daha önce de yaşadı.
Ve her seferinde kamu görevlileri ve sorumlu siyasetçiler işkenceyi örtbas etme, yokmuş gibi gösterme, işkencecileri koruma gayreti içine girdiler.
Benim bildiğim, ilk kez bir Adalet Bakanı işkencenin varlığını kabul etti.
Kabul etmekle kalmadı. Devleti ve hükümeti adına özür diledi.
Lafla da yetinmedi.
Hemen işlem başlattı.
Aralarında bir de doktor bulunan 19 kişi görevden alındı. (Umarım TTB de o doktor için kendi üzerine düşeni yapar)
İşte adam gibi adamlık budur.
Mehmet Ali Şahin bu konuda kendinden öncekiler gibi davranabilirdi.
Hatta “Hamdolsun işkenceden ölmediği anlaşılmıştır” diyebilir ya da “Velev ki, işkenceden ölmüş olsun bunda bizim bir sorumluluğumuz yok” diye işin içinden sıyrılabilirdi.
O öyle yapmadı.
Devlet olarak, aileden özür diledi.
Sorumluların üzerine gitti.
Geçmişte, kendi adını kullanan yeğeni hakkında suç duyurusunda bulunduğu gibi.
Türk siyasetinde Mehmet Ali Şahin’lere çok ihtiyaç var.
Ama ne yazık ki, pek fazla Mehmet Ali Şahin’imiz yok.
--------------------------------------------------------------------------------
Yine Öcalan röportajı
Fehmi Koru, Abdullah Öcalan’la röportaj yapan gazetecileri ve bu röportajların neden yayınlanmadığını soruyor.
Yine kendince komplo teorileri var.
Terör örgütü lideri Öcalan’la röportaj yapan gazetecilerden biri de benim.
Bu röportaj 1997 yılında gerçekleştirildi ve benim Öcalan'la 2. röportaj girişimimdi.
Bir yıl önce, 1996'da, yine Öcalan’la röportaj yapmak için Beyrut’a gitmiştim ancak Suriye’nin Öcalan’a izin vermemesi nedeniyle buluşma gerçekleşmemişti.
1997’da 2. deneme için Beyrut’a gittim.
Beyrut’a her gidişimde olduğu gibi Hotel Cavailer’de yer ayırmıştım.
Ancak PKK temsilcileri bizi havaalanında karşıladılar.
Herhalde güvenlik için.
2 Mercedes otomobille Beyrut’tan Lübnan’ın iç tarafındaki Barelias’a götürüldük.
Oradaki ilk gecemizde kendini PKK’nın milisi olarak tanıtan ancak bence Suriye’ye bağlı bir Arap ailenin evinde misafir edildik.
Evde pek hepsi en az bir uzvunu kaybetmiş PKK militanları da vardı.
Ertesi gün sabahın köründe başka bir eve götürüldük.
Orada iki saate yakın bir bekleyişten sonra kahverengi bir Mercedes 500 SEL’le Öcalan geldi.
Yanında Suriye istihbaratı muhaberettan bir görevli vardı ve kaşıyla gözüyle Öcalan’ı yönlendiriyordu.
Yaklaşık 2 saatlik bir röportaj yaptık.
“Apo’nun hareminden” Öcalan’ın hedeflerine ve hatta Galatasaray’a kadar aklınıza gelebilecek her türlü soruyu sordum.
Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde aracılar vasıtasıyla Öcalan’a mesajlar gönderdiğini o röportajda öğrendim.
Bizimle birlikte PKK kamerası da röportajı kayda aldı.
Röportajdan sonra birlikte yemek yedik.
Akşam Baalbek’te misafiri olmamızı önerdi.
Reddettik.
Ertesi gün döndük.
Röportajı yayına hazırlayıp o zaman çalıştığım Kanal D yönetimine verdim.
Genel Müdür Faruk Bayhan’dı.
Ancak röportaj yayınlanmadı.
Doğan Grubu hukukçuları röportajın yayınlanması halinde Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. maddesi gereği televizyon kanalının kapatılacağını söylediler.
Zaten bir kaç hafta önce Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında yapılan bir zirveye “Zirveden zırva çıktı” dediğim için bile kanal kapatılmıştı.
Bunun üzerine kanal yönetimi röportajı yayınlamadı.
Ertesi gün dönemin MİT İstanbul Bölge Bakanı aradı ve MİT Müsteşar Yardımcısının benimle görüşmek istediği söyledi.
Ankara’ya davet ettiler.
Gittim.
Miktat Alpay ve üst düzey MİT yönetimiyle yemek yedik.
Röportajın kaydını istediler.
“Zaten yayınlayacaktım. Buyrun” diyerek montajlanmamış kaydı olduğu gibi verdim.
Hala arşivlerindedir zannediyorum.
Nerede görüştüğümüzü, nasıl bulutuğumuzu sordular.
Ve izlenimlerimi aktarmamı istediler.
Şöyle dedim: “Bana göre bezmiş. Bıkmış. Umutsuz ve sonuç alamayacağını biliyor. Sürekli Türkiye’nin üniter yapısını korumak gerektiğinden, Atatürk’ün büyüklüğünden, bölge için Türkiye’nin öneminden bahsediyor. Bağımsızlık, ayrı bir devlet talebi falan yok. Türkiye’den çok Kürtlere kızıyor. Zaten Kürtçe de bilmiyor. Ya da çat pat konuşuyor. Sıkılmış. Türkiye’de olmak istiyor. Havasına bakılırsa ben bu işlere nereden girdim havasında. Bir punduna getirsem de Türkiye’ye dönsem ve bütün bu yaşananlar hiç olmamış olsa diyor gibi. Boyundan büyük işlere kalkışıp altında ezilmiş gibi bir hali var.”
Miktat Alpay güldü.
“Yani” dedi.
“Yanisi” dedim “OHAL bölge valiliği önerirseniz koşa koşa gelir ama korkum o ki, bölge halkına zulmeder. Ama Halfeti Kaymakamlığı’na da razı. Hatta köyüne muhtar bile olsa ona yeter.”
Gerçekten de, Öcalan’ın o röportajda söyledikleri ile yakalandıktan sonra söyledikleri arasında hiç bir fark yoktu.
Belli ki, Türkiye’ye bir mesaj vermeye, geri adım atmaya çalışıyordu.
Benden bir süre sonra İhlas Haber Ajansı’na bir röportaj verdi.
Ama o da yayınlanmadı.
Benimle yaptığı röportaj ROJ TV’de hala zaman zaman yayınlanıyor.
O dönemde gazetecilik aşkıyla yaptığımız bir işti.
Yarın olsa yine yaparım.
NOT: Bazıları benim o röportajda Abdullah Öcalan’a “Sayın” dediğimi söylüyorlar. Hatta daha ileri gidip “Sayın Başkan” dediğimi iddia edenler bile var. O röportaj benden hazzzetmeyen herkesin elinde var galiba. Hadi yayınlasınlar. Bir kez bile "Sayın” dediysem bu mesleği bırakırım. Röportajda kullandığım hitap tarzı “Abdullah Bey”dir. İçinizden silahı çekip vurmak gelen bir adamla röportaj yapmak zor zenattir. Karşınızda makul laflar etmeye çalışan bir adamın aslında bir katil olduğunu, 40 bin yurttaşımızın ölümünden sorumlu olduğunu bile bile onunla konuşmak kolay değildir. Ama bizim işimiz böyle bir iştir.
--------------------------------------------------------------------------------
AKP korkmaya başladı
Başbakan Erdoğan ya da AKP lideri Erdoğan artık CHP’den korkmaya başladı.
Benim anladığım bu.
Nereden mi anladım.
“Baykal’ı ademe havale etmesinden”
Erdoğan’ın bugüne kadarki taktiği “Dual siyaset” yapmaktı.
Yani AKP-CHP siyaseti.
Tek rakip olarak CHP’yi gösterecek, sadece CHP’yi muhatap alacak, seçmene “Benim karşıtım CHP’dir. Bana oy vermiyorsan CHP’ye ver” mesajı satır arasında verilecekti.
Çünkü Başbakan Erdoğan CHP’den köy veya kasaba olmayacağını düşünüyordu.
Türk seçmeninin kendini sol olarak tanımlayan bir partiye oy vermeyeceğini, eğer sadece CHP ile yarışırsa oy oranını yüzde 60’lara çıkarabileceğini düşünüyordu.
AKP’yi yıkabilecek olanın sadece ve sadece merkez sağ bir parti olduğunu biliyordu.
Bu yüzden hep CHP ile, Baykal ile uğraştı.
Fakat anlaşılan bu taktiği bir kenara bırakmaya karar vermiş.
CHP'yi muhatap almasının CHP’yi giderek güçlendirdiğini, CHP’nin somut yolsuzluk verileri üzerinden reel siyaset yapmasının AKP’yi yaralamaya başladığını ve CHP’yi gündeme getirdiğini farketmiş.
Daha doğrusu sık sık yaptırdığı anketlerde bunu görmüş olmalı ki, artık CHP ile karşı karşıya gelmek istemiyor.
Kılıçdaroğlu tipi muhalefetin ringde AKP’ye zarar vermeye başladığını hissediyor.
Başbakan’ın CHP’yi artık muhatap almayacağını söylemesinin nedeni budur.
AKP artık korkmaktadır.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Samimiyet zaafiyet zannedilmediği zaman
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.