Ordu ve 'biz'!
Biz hâlâ "dokuz boğum diye yutkunup dururken gırtlağında tek boğum bile bulunmayan birisinin velev ki nasıl konuşacağını Ahmet Altan gösterdi işte, "General doğru yerde durun; haddinizi aşmayın" cümlesi, basınla ordu arasındaki ilişkilerde çığır açıcı sözlerdir; çatlayan vazonun artık kırıldığının resmidir ki buna mahal vermemek gerekirdi.
O sözleri mânâsı ve muhtevası itibariyle yanlış bulmuyorum, üslûbu yanlış buluyorum; daha doğrusu, "keşke Genelkurmay başkanı, böyle târizli bir üslûba meydan verecek derecede orduyu açık düşürücü o meşhur basın toplantısını yapmasaydı" diye düşünüyorum.
Doğrudur, değildir; benim, daha doğrusu bizim nokta-i nazarımız budur. Başkalarına ödleklik gibi görünebilir fakat benim gibi düşünen insanların devlete, yargıya, orduya, siyaset kurumuna bakışındaki, "bu kurumlar yıpratılmamalı; temsilcileri de, kurumlarına karşı gösterilen ananevi saygıyı kendilerine açılmış şahsi bir kredi zannederek yanlış yapmamalılar" titizliğinin anlaşılması gerekirdi.
Farkındasınız, bu cümleleri kurarken "ben" ile "biz" zamiri arasında tereddüd geçiriyorum. Bu satırların sahibi benim fakat Türk toplumunun tam ortasında ve içinde yer tutan hayli mühim bir kitlenin duygularını da aksettirdiğimi zannediyorum; çünkü sokaktaki insanların ne düşündüğünü, "sotalı yer" bulunca nasıl sansürsüz konuştuğunu da biliyor, halkın zihnindekileri üslûbunca tercümeye çalışıyorum. Ne yazık ki bugünlerde benim mefhumuna hürmet ettiğim kurumların itibarı, aslında zannedildiği gibi değil. Türkiye'de sosyal değişim, brifing alanların ve verenlerin kavrayamayacağı kadar hızlı.
Biz, orduyu temsil eden kişiye "general, general" diye imâsı açık tarzda tonlandırılmış bu üsluptan rahatsızlık duyuyoruz fakat, kuvvet komutanlarını arkaplana alarak basına ve topluma sert çıkan edâdan da rahatsızız. Üslûbumuzun mağduruyuz. Açık toplumu, bilgi edinme hakkını, kamu işlerinin şeffaflığını, idarenin bütün eylemleri itibariyle denetlenebilmesini, sivil siyaseti savunuyoruz fakat ordunun itibarı ve güvenilirliği sarsılınca da, baba malına ziyan gelmiş gibi içimiz burkuluyor. Oysaki her muhtırada örselenen, rencide olan biziz; askerliğin kavramına saygımız var, uygulamalarına itirazımız; bu hâletin kritik değeri anlaşılmadı. Askerler bu yaklaşımı -Allahualem-, "sinsice, riyâkar" bulup, alayımızı birden topluca "tehdid defterine yazıyorlar olmalılar ki, nezaketine riayetkâr sitemlerimiz kaale alınmadı.
Geçelim bunları; "ibrâ olunmak" gibi bir endişemiz yok. Silah tüccarı, ordu mütayiti değiliz ki, alıcımızı incitme endişesi taşıyalım. Neysek oyuz işte. Birileri bilse de bilmese de pek bir şey fark etmez, fakat "bir kısım dinci olmayan" basın kalemşörlerinin iki günde ağız değiştirivermesi çok mânidardır ve ordu üst yönetiminin hatalı değerlendirmesinden cesaret bulan sert tepkilerin bir devlet zafiyetine yol açmasından endişeliyim. Nokta-i nazarımız anlaşılsa ve bilinseydi, askerî ve sivil bürokrasinin derebeyleri, bugünlerde su yüzüne çıkan değişim rüzgârlarına açık yelkenle yakalanmazlardı. Görünen şudur: Bürokratik derebeylerin yönetim üslûbu ve felsefesi tasfiyeye uğrayacaktır. İşbu operasyonu tasarlayan güçler, "içerden" bilgi sızdırmak suretiyle tasfiyeyi hızlandırıyorlar. Hiçbir kriz öfkeyle yönetilmez; hele bu kriz asla.
Çâre belli; başkalarının inisiyatifine geçmek üzere bulunan tasfiyeyi, çok üsluplu ve kontrollü bir özeleştiri hamlesiyle bizatihi siz yapacaksınız lâkin şu gerçek de âşikâr; zihnî donanımınız böyle yüksek özgüven isteyen bir otokritiğe kifayet etmez.
"Muasır" dünyanın istikametini gözden kaçırmadan milletin kalbini dinlemeli, rûhuna nüfuz etmeye çalışmalıydınız; ah!..