“Balkan Sempozyumu”
Soğuk savaş döneminin statik dengelerinin ve bu dengelerin temel unsuru olan çift kutuplu yapısının dağılması sonrasında önce ‘şaşkınlık’, sonra içi doldurulmamış, altyapısı gerekli ve nitelikli mekanizmalarla hazırlanmamış “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” tabiriyle özetlenecek bir hayalcilikle süslü dış politika anlayışımız son yıllarda daha rasyonel ve gerçekçi mekanizmalar ve daha vizyonlu, mâzi ve istikbal tasavvurundan yoksun olmayan değerlerle yeniden örülüyor.
Yeniden şekillenen hariciye siyasetinde hiç şüphesiz en kritik açılımlar küresel rekabetin de mihrak noktaları olan Ortadoğu ve Balkanlar’da gerçekleşmekte.
Soğuk savaş sonrası dönemin dinamik ve değişken şartları içerisinde, küresel her çatışma ve rekabet, hassas bölgesel kuşaklara kısa süre içerisinde ve doğrudan yansımaktadır. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle, “Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya ulusçu hareketlerinin hem de çoğunlukla mikro-milliyetçilik düzeyinde patladığı bir bölgedir.” Yani bölgenin hassasiyet derecesi oldukça yüksek.
Küresel rekabetin Balkanlar’a yansıması ise tarihi etki alanlarını harekete geçirmekte ve güç-inisiyatif denklemine göre bölgenin yol haritası yeniden çizilmektedir. Çoğu zaman (özellikle Bosna Hersek ve Kosova bunalımlarında olduğu gibi) uluslararası hukuk reel politiğe kurban edilmekte ve bugüne kadar Türkiye’nin bölgede etkinliği bulunan Almanya ve Rusya’ya nispetle tarihi etki alanında inisiyatif alacak kuvvette olmaması, Balkanlar’daki bunalımların, İslâm’ın ve Osmanlı kimliğinin tasfiyesi hareketine dönüşmesine sebep olmuştur.
Bu durumda bölgede Alman ve Rus etkinliğine karşı Arnavut ve Boşnaklar üzerinden yeni bir etkinlik sahası tesis etmek niyetindeki ABD ile Türkiye’nin yolları kesişmektedir. Türkiye, dinamik ve çok yönlü diplomasi ile bu kesişmenin avantajlarını realize edebilir.
Bunun için tarihi ve kültürel bağlantımızın olduğu her coğrafya gibi Balkanlar’la da ‘doğrudan’, ‘sivil’, ‘resmi olmayan’ temas noktalarının artırılıp resmi dış politika araçlarının anlamlandırılması, güçlendirilmesi gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, Balkanlar’daki kardeş iki kavim olan Boşnaklar ve Arnavutların istikrarlı, etkili, huzurlu olmadığı bir ortamda, Türkiye’nin huzurlu olması mümkün değildir. Ahmet Davutoğlu’nun isabetle tespit ettiği gibi, “Bosna-Hersek Türkiye’nin Avrupa’nın içlerine kadar uzanan ileri karakolu, Arnavutluk ise Türkiye’nin Balkan politikasının barometresidir.”
Türkiye gündeminin, son günlerde onyedi askerimizi şehit verdiğimiz hadise üzerinden gerçekleşen ‘derin’ hesaplaşma ve küresel finansal krizle çalkalandığı bir konjonktürde, İnsani Yardım Vakfı (İHH) İstanbul’da, dün ve bugün “Balkan Sempozyumu” düzenliyor. “Balkanlar’da Gelecek Tasavvuru” alt başlığı ile tertip edilen sempozyumda otuza yakın tebliğ sunulacak, atölye çalışmaları yapılacak. Cemaleddin Latiç ve Adnan İsmaili gibi yakinen tanıdığım iki ismin de danışma kurulunda olması toplantının gücü hakkında tereddüt bırakmıyor.
Gâyet hassas bir dönemden geçen Balkanlar’ı bu vesileyle Türkiye gündemine getirmek çok önemli. Sempozyumun uzun vâdeli hedefleri arasında sayılan öğrenci değişimi projeleri, ortak tarih yazma hedefi, enstitü, arşiv çalışmaları gibi hedefler ise heyecan verici. Emeği geçenleri tebrik ediyorum.
Balkanlar’daki köklü ve derin tarihi ve kültürel bağlarımız olan kardeş kavimlerle ortak ve huzurlu bir istikbal inşâ etmek istiyorsak, önce bunun sivil altyapısını, daha sonra da uluslararası, legal ve etkin vasıtalarını tesis etmek zorundayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.