Üç peşin, bir taksit
Sayın İsmet Özel, kıymetli şair Süleyman Çobanoğlu’nun ilk ve tek şiir kitabı için Dergâh dergisinde bir yazı yazmıştı. Yazıyı meraklıları bilir.
O yazıda şöyle bir cümle vardı: “İki Almanya birleştiği zaman, ortaya bir değil, üç Almanya çıktı.”
Uzun süre bu cümlenin ne anlama geldiği üzerinde düşündük, tartıştık. Sonuç? Hâlâ bu cümleyi oradan alıp şuraya koyma imkânımız olmadı.
Birazdan değineceğim mesele de böyle bir şey.
Adına “mütedeyyin camia” denilen mahallede, on yıl öncesine kadar birçok edebi muhit vardı.
Ama işte, neyi kaybettiğimiz kadar, nasıl kaybettiğimiz de önemli. Bu kayıpla, neleri kaçırdığımız da...
Bugüne kadar bir ve beraber olanların siyasi ayrışmasından sonra, ortaya iki muhit çıkmadı. Tam tersine, herkes elindekini kaybetti.
Frankfurt Kitap Fuarı’nda anlı şanlı yazarların iki-üç kişiye hitap etmesi, diyelim ki “üç Almanya” ile ilgili bir durum. Lakin Türkiye’de de, en son gözlerimle gördüm, “İslami camianın önde gelen yazarlarından biri” onca tanıtıma rağmen, iki dinleyiciye konuşma yaptı. Daha doğrusu yapmadı, on dakika sonra salonu terk etti.
Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’ne son uğradığımda, orada bir kişi vardı. Ne yapıyordu dersiniz? At yarışı bültenlerini masaya yaymış, altılı ganyan oynuyordu.
On sene önce aynı mekâna uğramış olsaydınız, mutlaka orada dergi karıştıran, güzel şeyler konuşan birden fazla topluluk görürdünüz. Mutlaka dertleşecek, çalışmalarınızı gösterecek bir büyük bulurdunuz.
Diğer ortamlar için de aynı şey geçerli. Mesela İstanbul’da edebiyatçıların düzenli olarak gittiği iki adres daha vardı. Şimdi her ikisi de turistlere hitap eden yerlere dönüştü.
Durum sadece bu örneklerden mi ibaret? Elbette hayır.
Bu ayrışmanın edebiyat dergilerine yansıması da iyi olmadı. Herkes herkesten koptu diyebiliriz. Artık dergilerin çoğu edebiyatçılar tarafından değil, yayına hazırlayanların “adamları” tarafından dolduruluyor.
İşte bu muhitsizlik, beraberinde birçok şeyi ortadan kaldırdı. Titizlik, adalet vs.
Frankfurt Kitap Fuarı’na katılan isimlere bakmamız bile, bize konuyla ilgili önemli ipuçları veriyor. Mesela orada, Türk edebiyatının son yirmi yılı neredeyse yok. Şu an Türk edebiyatını gerek dergicilik, gerekse ürün olarak en güçlü şekilde temsil eden kuşağın adeta üstü çizilmiş. Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, Hayriye Ünal, Osman Özbahçe, Murat Menteş, Şeref Bilsel... Bunlar nerede?
Buna karşılık, yirmi yıldır eline kalem almayanları, kayda değer bir eser bile ortaya koymayanları başköşelerde görüyoruz.
Şu saatten sonra, kimse bana “kültür politikası” falan demesin.
(Yanlış anlamaları önlemek için şunu da söylemek zorundayım: Frankfurt Kitap Fuarı’nın davetlileri arasında ben de vardım. Dergicilik üstüne bir konuşmam olacaktı. Fakat kabul etmedim, gitmedim.)
Muhitlerin yıkılması kişilere nasıl yansıdı, onu da fazla uzağa gitmeden, kendimden örnekle anlatayım.
O yıllarda, karnımız acıkınca ya da canımız çay çekince, neresi yakınsa oraya giderdik. Yeni Şafak, Kanal 7, Vakit...
Oradakiler de Milli Gazete’ye gelirdi.
Şimdi “yanlış anlaşılır” ya da “ne olur, ne olmaz” diyerek, kimse kimseye gitmiyor. Karnı acıkan lokantaya, çay içmek isteyen kahveye falan gidiyor.
Rahmetli Nusret Özcan Ağabey, Ahmet Kekeç, Mehmet Şeker, Hakkı Yanık, Bedir Acar, Özlem Albayrak, Gülcan Tezcan, Ümmühan Atak ve diğer arkadaşlarla Yeni Şafak’ta; Süleyman Çobanoğlu, Cahit Koytak, Hasan Öztürk, Mustafa Yürekli, Karaman Tazeoğlu, İsmail Kılıçaslan gibi ağabey ve kardeşlerle Kanal 7’de yaptığımız o güzel sohbetleri nasıl unuturum?
Onlar da unutamaz.
Ama şimdi, dediğim gibi, ortaya bambaşka bir şey çıktı.
Gitmeler gelmeler kesilince, buluşulan mekânlar da ortadan kalkınca; muhitler, müesseseler arasındaki bağ da koptu.
Birçok şey, sanki hiç yaşanmamış, olmamış gibi...
Sanki biri düğmeye bastı ve böyle oldu.
Demek ki iki kılıç bir kına sığmıyor!
Allah izin verirse, bu can sıkıcı konuya Çarşamba günü devam edelim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.