Yunus Vehbi Yavuz

Yunus Vehbi Yavuz

“ALLAH İLE ALDATMAK” A TEKZİP

“ALLAH İLE ALDATMAK” A TEKZİP

İSLAM’DA BAŞÖRTÜSÜNÜN ZORUNLU OLMADIĞINI SAVUNAN YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’ÜN “ALLAH İLE ALDATMAK” ADLI KİTABINDA YER ALAN BİR DÜŞÜNCE İSNADININ TEKZİBİ VE BAZI YANLIŞLARININ TESBİTİ

Günümüzde ilmi hayatı bırakıp siyasi hayatı tercih eden Sayın Yaşar Nuri ÖZTÜRK, “Allah ile Aldatmak” adlı son kitabında (32. baskı s.190) kendi uzmanlık alanı olmayan bazı konulara girerek bilimsel yöntemin dışına çıkmıştır. Bazı dostlarımın hatırlatması ile vakıf olduğum ve anılan kitabının 179. sayfasında yer alan başörtüsünün hükmü konusunda savunduğu ve kadınların başörtüsü takmasının farz olmadığı beli mendub olduğu düşüncesini kuvvetlendirmek üzere, “vücub” ve “nedib” kavramları hakkında bir giriş bilgisi verdikten sonra, benim adıma izafeten şu ifadeyi kullandığını üzülerek gördüm:
“O halde, emri, Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz gibi “nedb” kabul edip "Örtürme sünnettir" diyenler olabileceği gibi, Gazali'nin koyduğu ölçüyü işleterek hüküm vermeyenler de olabilecektir.”

Bu paragrafta yer alan, emiri “nedib” anlamında kabul etme ve örtünmenin hükmünün bana göre sünnet olduğu iddiası tamamen asılsızdır. Ben mutlak anlamda emirin nedib ifade ettiği görüşüne sahip değilim. Mutlak anlamda emir denilince usl-i fıkıhta vücub ifade eder. Ben bu kanaatteyim. Hatta nedib anlamı ifade ettiği bilinen diğer bazı emirlerin de, karinelere göre vücub ifade edebileceğini savunmaktayım. İslam Hukuk Usulü adlı yayınlanmamış ders notlarımda bu kouda ki görüşüm ifade edilmiştir.

Dolayısıyla şunu açıkça ifade etmeliyim ki, Nur suresinin 31. âyetindeki emirin “nedib” anlamına geldiği kanaatinde değilim. Kadının başını örtmesinin hükmünün sünnet olduğu kanaatinde hiç değilim. Benim kanaatim bu konuda çok nettir; diğer İslam âlimlerinin kanaati gibidir. Kadının baştan aşağı örtünmesi vaciptir, bu dini bir zorunluluktur.

Sayın Öztürk, bana nispet ettiği görüşü herhangi bir delile, bir metne dayandırmamış; bu konuda hiçbir kaynak göstermemiştir. Nereden almıştır bu görüşü? Hangi eserimden yararlanmıştır. Bu konuda bir açıklamaya yer vermemiştir. Dolayısıyla bu ifade mesnetsizidir. Bu tutumunu şiddetle tenkit ediyorum. Benim adımı kendi düşüncesine maalesef bilerek veya bilmeyerek alet etmiştir. Yukarıdaki ibareyi kitabından çıkarmasını ve bu konuda bir açıklama yapmasını kendisinden bekliyorum.

Anılan görüşün kaynağı bu fakir olduğuna göre, net bir şekilde bir defa daha ifade etmeliyim ki; bana göre kadının örtünmesi sünnet değil, belki vaciptir; dini bir zorunluluktur. Yazarın adı geçen kitabını okuyanların, bu düşüncenin bana ait olduğunu zannetmeleri tabiidir. Onların bu konuda bir sorgulama yapma imkânları da yoktur. Fakat sevenlerimiz konuyu bize intikal ettirdikleri için, bu açıklamayı yapmayı zaruri bir görev olarak kabul ettik.

Ancak, Sayın Öztürk’ün bu kadar ağır bir hataya düşmesine doğrusu şaşırdım. Benim bu konudaki düşüncem hakkında herhangi bir araştırma yapmadan, bir delile dayanmadan, mesnetsiz bir düşünceyi kitabına alması kanaatimce kitabın adına uygun bir harekettir. Bu da Allah ile aldatmaktır.

Bu vesile ile kitapta yer alan bazı hususlarla ilgili olarak aşağıda bir kaç noktaya daha işaret etmek istiyorum:

1. Herkes uzmanlık alanında konuşmalı, yazmalı ve hüküm vermeye çalışmalıdır. Sayın Öztürk, tasavvuf Ana-Bilim dalında uzmanlık görmüş biridir. Fıkıh alanına dalarak söz söylemesi kanaatimizce isabetli bir yol değildir. Bu durumu da bendeniz “Allah ile Aldatmak” olarak değerlendiriyorum. Sadece Sayın Öztürk değil, diğer bazı meslektaşlarımızdan zaman zaman uzmanlık alanı dışına kaçanlar da Allah ile aldatmaktadırlar. Çünkü ilim uzmanlık isteyen bir olgudur. Kişinin uzman olmadığı bir konuda konuşması toplumu aldatmaktır.

2. Sayın Öztürk’ün, uzmanlık alanı dışında hüküm vermesinin ne derece yanlış olduğunu göstermesi bakımından, bu konu ile ilgili olarak anılan kitabında yer alan bir ifadeye dikkat çekmek istiyoruz: Kendisi başörtüsünün farz olmadığı, belki mendub olduğu kanaatini taşıdığı için, kaynaklardan, bu kanaatini besleyecek bazı ifadeleri bir araya getirmeye çalışmıştır. Bunun için de Said b. Cübeyr’den, Cessas’tan, Gazali’den örnekler vermeye çalışmıştır.

Konunun başında, giriş niteliğinde, usul-i fıkıh bilgisi de vermeye çalışmıştır. Bu çerçevede “vucub” ve “nedib” kavramları hakkında kısa bilgiler vermiştir. Ancak “nedib” kavramını parantez içinde açıklarken (edep ve terbiye tavrı) şeklinde bir bilgi vermiştir. Bunu birkaç kere tekrarlamıştır. Şunu peşinen belirtmeliyiz ki, bu bilgi doğru değildir. Eğer Öztürk kendi alanında konuşmuş olsaydı bu hatayı yapmasına imkân yoktu. Fıkıh alanında en az Yüksek Lisans yapmakta olan bir öğrenci bile bir yazı yazarken böyle bir hataya düşmez; “nedib”in ne anlama geldiğini bilir.

Sayın Öztürk’ün, başörtüsünün zorunlu olmadığını ispatlamaya çalıştığı, anılan kitapta “nedib” ile “edebi” bir birine karıştırdığı anlaşılmaktadır. Zira kendi alanı tasavvuf olduğu için orada “edeb” kavramı vardır. Dolayısıyla “nedib”in “edep”ten geldiğini sanmıştır. “Nedip”; edep, terbiye filan demek değildir. En basit Arapça bir sözlüğü ele aldığınız zaman orada “nedib” kelimesinin manalarının: “teşvik etmek, yöneltmek, icabet etmek, zarafet ve necabet” olduğunu görür. Dolayısıyla fıkıh alanındaki “nedib”: dinde teşvik emek, mendup da “dinde teşvik edilen şey” demektir. Bu yanlışın mutlaka düzeltilmesi gerekir.

Kim olursa olsun, esasen uzmanlık alanı dışında konuşmaya heveslenmek doğru bir davranış değildir. Herkes çalıştığı alanda konuşursa, insanlar ondan daha çok yararlanırlar. Alan dışında konuşanların sadece kendileri bundan yararlanır. Şöhret kazanırlar yahut mal-mülk elde ederler.

3. Sayın Öztürk’ün yaptığı hatalardan biri de “vücub” kavramı ile “farz” kavramı için parantez içinde (gereklilik) açıklamasını yapmasıdır. Hâlbuki bunlar aynı şeyler değillerdir. “farz” ile “vacip” bir birinden farklı kavramlardır. Bunların tarif edilmesi ve aralarındaki farka işaret edilmesi gerekir. Din işleri, siyaset gibi yahut diğer dünya işleri gibi öyle sıradan basit işler değildir. Bu gibi önemli ve ciddi konularda herkesin söz söylememesi ve kitap yazmaması gerekir. Bunun için Allah’a karşı büyük bir sorumluluk hissetmek, dini hiçbir menfaate alet etmemek gerekir.

4. Bu vesile ile şunun altını bir kere daha çizmek istiyorum. Sayın Öztürk, adı geçen kitabında iki önemli hata yapmıştır. Hiç araştırmaksızın ve bir kaynağa dayanmaksızın, son derece hassas ve dini bir konuda, sahip olmadığı bir görüşü, fıkıh alanında uzman olan bir ilim adamına izafe etmiştir. Diğeri ise İslam hukuk ilminin oturmuş temel kavramlarını gelişigüzel kullanarak bilimselliği ihlal etmiştir.

5. Sayın Öztürk, yazısında, Nur sûresinin 31. ayetinde geçen “başörtülerini yakaları üzerine vursunlar.” ifadesinin, Cessas’a göre; sanki kadının göğsü ve benzeri yerlerinin avret olduğu, fakat başının avret olmadığı gibi yansıtmıştır. Oysa kaynakta yer alan ibareden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Cessas, bu âyetin tefsirinde “başörtülerini yakaları üzerine vursunlar” ifadesinin, kadının göğsü ve sair uzuvlarının da avret olduğuna delil olduğunu, dolayısıyla yabancı erkeklerin bu yerlere bakmasının da caiz olmadığını söylemektedir.

6. Said b. Cübeyr’e nispet edilen görüşe gelince; Cessas’ın Ahkamu’l-Kur’an’ında şöyle bir rivayet nakledilmektedir: “Rivayet olunduğuna göre; Siad b. Cübeyr’e, bir erkeğin yabancı bir kadının saçlarına bakmasının hükmü sorulmuş, o da, bunu hoş karşılamamış, kerih görmüştür.” İfade aynen böyledir. Burada kerih görme, hoş karşılamama ifadesi geniş kapsamlı olup haram olmayı da mekruh olmayı da gerektirecek durumdadır. Yoksa bu rivayet Said b. Cübeyr’in, başörtüsünün hükmü hakkında bir görüş açıklaması niteliği taşımamaktadır. Bu bir rivayettir, kesin bir kanaat değildir.

Kaynağın bir kenarına yerleştirilen mücmel bir ifadeyi yorumlayarak, Tâbiûn’dan bir âlime kati bir görüş izafe etmek de isabetli bir yol değildir. Bir zatın bir görüşü benimsediği hakkında daha başka rivayetlerin de araştırılıp ortaya konması gerekir. Sadece mücmel bir rivayete dayalı olarak böyle önemli bir konu hakkında hüküm vermek tutarlı ve sağlam bir yol değildir. Said b. Cübeyr’in gerçekten bu görüşe sahip olup olmadığı aslında araştırma konusudur. Başka kaynakların da araştırılıp konunun açıklığa kavuşturulması gerekirdi. Bununla birlikte “sorulan bir soruya verdiği cevap çerçevesinde “çirkin gördü yahut hoş karşılamadı” ifadesi mutlaka fıkhî kerahet anlamına gelmeyebilir. Bu bir nakildir, naklin nerede yer aldığı da belli değildir. Bu görüşün başka kaynaklarda yer alıp almadığı da belli değildir. Bu kadar belirsizlikler karşısında, çağımızda Müslüman kadının önemli kimlik sorunu haline gelen bir meselede, gelişigüzel fetva vermek kanaatimizce hiç isabetli değildir.

7. Başörtüsü tarihten buyana var olan bir gerçektir. İslam’da başörtüsü kadının bir tür kimliği haline gelmiştir. Hükmü Nur sûresinin 31. âyetinin işareti ve mütevatir sünnetle sabittir. Bütün İslam âlimlerinin ittifakı ile Mütevatir sünnet de âyet kuvvetindedir.

8. Örtü Müslüman kadının şiarıdır; bir tür kimliğidir. Başörtüsü ise örtünmenin kubbesidir. Kubbesi olmayan bina çökmeye mahkûm olduğu gibi, başını örtmeyen hanımın örtüsü de çökmeye mahkûmdur. Başka bir benzetme yaparsak, başörtüsü Müslüman kadının örtüsünün kalesidir. Kale fethedildiği zaman nasıl şehir düşerse, kadının başörtüsü çıkarılınca da bedeni üzerindeki örtü düşer; tesettür fethedilmiş olur. Nitekim bedenini açan kadınlar başını da açan kadınlardır.

Batıcıların başörtüsüne karşı amansız bir savaş açmalarının asıl sebebi işte bu gerçektir. Çünkü Batıcılar, Batı’dan sadece kadınla ilgili, nefse ve nefsaniyete hoş gelecek tutum ve davranışları almışlardır. Bunun sebebi, nefsaniyetlerini en çok okşayan unsurun kadın unsuru oluşudur; kadının erkeklerin istek ve arzularına amade hale getirilmesidir. Yani kadının tarihte olduğu gibi, modern anlamda da köleleştirilmesidir. Bunun en büyük engeli ise başörtüsüdür. Kadının vücudunu açmak için bu kalenin mutlaka fethedilmesi gerekirdi. Dolayısıyla, onlar başörtüsüne bunun için şiddetle düşmandırlar.

Örtünmenin sembolü olan başörtüsü ile uğraşanlar, asılında kadını fethetme emelinde olanlardır. Unutmamak gerekir ki, bu anlayışın temel felsefesi nefsaniyete dayanır. Eminiz ki, eğer kadının başörtülü olması, bazı Batıcıların nefsaniyetlerini daha fazla okşayacak olsaydı, o zaman da kadının başının ısrarla örtülmesi savunulacaktı. Dolayısıyla başı örtmek değil, belki açmak irtica olarak nitelendirilirdi.

9. Hep düşünmüşümdür: Medyada neden bazı ilahiyatçı meslektaşlarımız, kendi anabilim dalını ve doktora yaptıkları bilim sahasını bırakıp da sürekli olarak fıkıh konularına yönelmektedirler? Acaba bu Türkiye’de yetişen fakîhlerin yetersizliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa bunun altında başka bir mana mı yatmaktadır?

Hayır! Fakihlerin yetersizliğinden asla söz edilemez. Zira biz biliyoruz ki, Türkiye’li fakîhler (bu hakir kesinlikle hariç) bilgi ve düşünce üretmede dünyadaki emsallerinin birkaç basamak ilerisindedirler. Gerektiğinde bu fakîhlere müracaat edilmiyor; onlardan gereği kadar yararlanılmıyor. Maalesef sağda ve soldaki medya bunlara ekranlarını açmıyor. Çünkü fakîh olan ilahiyatçıların hiçbir konuda sakat bir görüşe dayanarak halkın yanlış bilgilendirilmesine ve kafalarının karıştırılmasına asla alet olmazlar. Reytinge de alet olmazlar.

Bunun altında yatan sebep, kanaatimizce dini magazinleştirmek ve heveslere uygun bir din anlayışının yaygınlaşmasını sağlamaktır. Üzülerek ifade etmeliyiz ki, bazı ilahiyatçı meslektaşlarımız buna alet olabilmektedirler.

10. Başörtüsü hakkında Kur’an’da açık ve net bir emrin olmadığını ileri sürerek bir pay çıkarmanın tutarlı bir yol olmadığının kuvvetli kanıtlarından biri, Kur’an’da yahut sünnette edep yerlerinin örtülmesi gerektiğine dair kesin bir emrin bulunmamasıdır. Buna rağmen namazda ve namaz dışında, edep yerlerini örtmek ittifakla farzdır. Bu farziyet zaruriyat-i diniyedendir. Bütün dinlerde, hatta insan fıtratında bu müstehçen uzuvları örtmenin zorunlu olduğu fıtrat kuralı ile sabittir. Zira insanı diğer canlılardan ayıran özellik örtünmedir. Örtünen insan güzel olur. Buna aklı başında hiçbir insan karşı çıkmaz, çıkamaz. Bu sebeple her şeyi Kur’an’da arama gayreti yanlıştır. Kur’an ilkeleri vermiştir. Kur’an bir hidayet kitabıdır. Onun kılavuzluğunda insan akl-i selimi ile doğruyu bulur.

Kur’an bir ışıktır. Onun ışığı ile kullar aydınlanır. Ancak kişinin önceden sahip olduğu peşin bir fikri, Kur’an ile ve bazı yorumlarla güçlendirmek istemesi ayrı, Kur’an’ın maksadının ne olduğunu anlamaya çalışması ayrıdır. Kur’an, insanların fikirlerini desteklemek için indirilmemiş, belki onların kafalarındaki yanlışları, davranışlarındaki çarpıklıkları düzeltmek, karanlıkları aydınlatmak ve gerçeği göstermek için indirilmiştir.

Yine Kur’an, insanlar kendisi aracılığı ile büyük paralar kazanılsın, servetler yığılsın yahut villa veya malikâneler inşa edilsin diye indirilmemiştir. Kur’an, aklın ve bilimin hayatta temellendirilmesi için indirilmiştir.

Sonuç olarak:

1- İlim adamı son derece hassas olmalı, haberi olmadığı halde bir başka ilim adamına görüş izafe etmemelidir. Bunu yapmak ahlak kurallarına aykırıdır. Özellikle ilahiyat mesleğine mensup olan ilim adamlarının, bu konulara bir başka hassasiyet göstermeleri gerekir.

2- Fıkhî konuların hükme bağlanmasında, eğer ihtiyaç olursa, meselenin mutlaka uzman fakihlere bırakılmasının en isabetli yol olduğu kanaatindeyiz. Herkes kendi alanında at koşturur, kendi bildiklerinin fetvasını verirse, bundan toplumumuz gerçekten fayda görür. Bu faydaya ulaşmayı temenni ederek sözlerimi burada bitirmek istiyorum.

Ey Rabbim! Bizi nefsimize ve nefsaniyetimize mağlup etme.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yunus Vehbi Yavuz Arşivi