Dermân kâr eylemez!
Niye? Adına “dermân” denen şey niye kâr eylemesin? Burada kullanıldığı ma’nâsıyla “devâ, ilâç” demek olan “dermân” niçin kâr etmesin ki? Farmakoloji ilmi iflâs mı etti? Yoksa hastanın vücûdu mu ilâç kabûl etmez hâle geldi?
Soruya doğru cevâbı bulabilmek için, hâliyle önce “dert” denen nesneyi tanımamız gerekecek. “Bâis-i şekva hüzn-i umûmîdir” diyen Nâmık Kemâl, kitlelerin üzüntüsünü esâs aldığını söyledikten sonra, “Kendi derdi nefsimin billâh gelmez yâdına” diyerek yemîni de basıyor. Başkalarının ne dediği benim umûrumda değil elbette; bendeniz de “dert” derken, koca bir ümmet-i Muhammed (asm)’ın ve koca bir coğrafyanın içine düştüğü / düşürüldüğü hâl-i pür-melâlden söz ediyorum. üç buçuk çıfıtın peşine takılmış Haçlı sürüleri ile şuûrsuz sözde Müslümanların çizmesi ve tasallutu altında ezilmiş, horlanmış ve zenginlik kaynakları yağmalanmış kitlelerden bahsediyorum.
İşte böyle bir derde mübtelâ olmuşuz, “dermân” da kâr eylemiyor!..
Böyle bir derdin “dermân”ı, elbette kitlelerin önündeki lider kadroları olmalıdır. İşte bu noktada ciğerimiz yanık. 60 İslâm ülkesine bakıyoruz, teessüften başka sadra şifâ damlamıyor…
İzmit Cezâevinde demlenirken, bir gece Rasûlullah (sav) Efendimizi görmüştüm. Cübbesinin eteğine sarılıp ağlamaya başladım, “Dermânımız bize dert oldu yâ Rasûlallah!” diye şikâyette bulundum. Müslümanları uyandırması, doğru bilgilendirmesi, bir vücûdun organları gibi birleştirmesi gerekenler onlar değil miydi? Derdimize -onu yukarıda söyledik- “dermân” olması gereken lider kadrolar, sanki azmış gibi derdimize eklenmişler, hele sonunda derdin kendisi olmuşlardı.
Daracık taassub çerçevesine hapsolmuş, beyinleri küçülmüş, omuz omuza vermeyi akıl edemeyecek kadar gabîleşmiş, işin en kötüsü ise beyin ve vicdânlarını dünyâ menfaati için bin yıllık düşmanlarımıza kirâya vermiş bir “dermân” ordusunu, ma’şerî vicdânda günden güne büyüyen bir kanser tortusu gibi taşımaktayız.
Bunların adına topluca “ümerâ-i sû’, ulemâ-i sû’, meşâyih-i sû’, mütrefîn-i sû’ “ diyoruz. Ecdâdımız, “Bana ne yaparsan yap, inancıma dokunma!” diye kükreyerek zalemeye karşı dikilirken; bizim “dermân” kervanından koro hâlinde, “Bana ve menfaatime dokunma, inancıma ne yaparsan yap!” sadâsı yükseliyor. Sözde Müslüman ülkelerin hemen hepsinden dînin bütün ahkâmı kalkmış, yerlerine ise bin yıllık ezelî düşmanlarımızın inanç sistemleri hâkim olmuş; bizim “ümerâ-i sû’, ulemâ-i sû’, meşâyih-i sû’, mütrefîn-i sû’ “ takımının umûrunda olmamakla berâber, bir de kitlelerin uyanmaması için narkozculuk yapıyorlar. Allah (cc) şerlerinden emîn eylesin, âmîn…
Böyle “dermân” elbette düşman başına. Nasıl “kâr eyleyecek” ki? Bize de, Allah Rasûlü (sav) Efendimize gözyaşları içerisinde şikâyet etmek düşüyor…
Neyse, takvimlere göre yârın Muharrem 1, Hicrî 1429. Yılın birinci günü başlıyor. Ya’nî, 1428 de bugün bitiyor. Yine bir fa’l-i hayrdır ki, bu Mîlâdî 2008 içinde bir Hicrî yılbaşı daha yaşayacağız, Aralık ayının son günlerinde 1430’a gireceğiz. Bu demektir ki, Hicret takvimi, Gregoryen’cilerin önüne geçecek. Tıpkı Afganistan’da mücâhidlerin öne geçmesi gibi. Haçlı sürülerinin defterleri dürülmeye başlanıyor. Ya’nî, bizim “dermân” ekibinin de suları ısınıyor. Karzaî’yi kimlerin ta’kíb edeceğini yaşayanlar görecek.
Irak’ta 15-16 yaşındaki çocukların önünde mağlûbiyyet zilletini tadanlar, Hindukuş eteklerindeki erkeklerden zâten derslerini aldılar. Bütün tecrîde rağmen Kafkas aslanlarını bitiremeyenleri artık yeni kayıplar bekliyor. Somali’ye giren Habeş kopilleri bataklığa düştüklerini yeni anladılar. Kenya’da artık biribirlerini boğazlıyorlar, kiliseye doldurup yakıyorlar. Ekonomik çarkları fenâ kilitlenmeye başladı, dolarları şimdiden cartayı çekmek üzere.
Yâ Rab! Yeni giren yılın hürmetine, ümmet-i Muhammed (asm)’ın takozları olan “ümerâ-i sû’, ulemâ-i sû’, meşâyih-i sû’, mütrefîn-i sû’ “ ekibini artık “dermân” mevkıinden azleyle, bize gerçek “dermân” olacakları gönder ki derdimize “kâr eylesin”!