'Bil ey zâhirde ve isimde Müslüman!'
Bu zamânda böyle bir hıtâbda bulunmaya kimin gücü yetebilir? Şeş cihette bu ekibin dışında bir nesne görmek neredeyse mu'cize hâline gelmiş. üstelik hepsinin de boğazı ABD-AB yağlarıyla gündelik yıkama-yağlama ameliyesinden geçtiği için, sesleri bas-bariton çıkanlar da onlar.
Hem keferenin yağdanlığı rolünde memişhâne bardağı gibi dizilirler, hem de muhâfazakârlığı kimseye bırakmazlar. Ramazân gününde suyu kafaya diken, tesettür emri ile dalga geçen veyâ kaşık düşmanının karoserindeki manzarayı tepesine geçirdiği bezle kamufle eden, haremlik-selâmlık âdetini koç katımı fırtınasında kaybeden, misâfirlerine beyaz şarap sunan, fâiz müessesesini meşrûlaştıran, papazların ve keşişlerin önünde rükûa varan kişilere nasıl hıtâb edilecek acabâ?
Allah bilir ya, bütün deliliğimize rağmen, başlıktaki hıtâbı bizim yapma cesâretimiz yok. Ama, bir erkek yapmış, haydi biz de nakledelim:
“Bil ey zâhirde ve isimde Müslüman! Senin sefâhette ve ahkâm-ı İslâmiyeyi muârazatta kâfirlerin taklîdini yapmaktaki meselin şöyle bir adama benzer ki; o adam bir aşîrete mensûbdur. Başka düşman bir aşîrete mensûb bir adama rastgelir. O düşman adam, kendi aşîretine istinâd ederek mefâhiriyle gurûrlanıp, bunun aşîretini kötülemeye ve aşîretinin başını tezyîf ve âdetlerini tahkír etmeye başlar. Bu miskin adam ise, zanneder ki, o da kendi aşîretini zemmeder ve âdetlerini tahkír ederse, onun aşîreti yanında onun gibi makbûl olur. Halbuki bu ahmak adam bilmez ki; o şu red ve irtidâd ile, ya hayvan bir mecnûn veyâ alçak bir rezîldir ki, bu hâliyle kendi belini kırıp, her iki taraftan kovulan ve tek kalan bir yetim oluyor.
“Görmüyor musun ki; Avrupalı bir şahıs, Muhammed (asm)’ı inkâr eder. Lâkin, mümevveh olan Hıristiyanlıkla ve kendi millî âdetleriyle memzûc olan mahsûs medeniyyetleriyle tesellî bulduğu için; onun rûhunda ba'zı ahlâk-ı hasene ve bu hayât-ı dünyeviyyeye bakan ve yarayan ba'zı yüksek himmetleri bâkí kalması mümkündür. İşte o Avrupalı şahıs, bu tesellî sebebiyle kendi rûhunun karanlıklarını ve kalbinin yetimliklerini bir derece görmeyebilir. Amma sen ise ey mürted! Muhammed (asm)’ı ve onun âsâr-ı dînini inkâr ettiğin dakikada, daha senin için hiçbir peygamberi kabûl etmeye imkân kalmıyor. Hattâ, belki Rabbini de… Belki kemâlât-ı hakíkıyyeden hiçbir şeyi kabûl etmeye kábil olacak bir haslet ve kábiliyyet sende kalamaz.
“İşte ey mürted! Şimdi gel, sen kendi ruhundaki tahrîbâtın dehşetine bak, vicdânındaki zulümâtın şiddetini gör ve kalbindeki yütm ve ye’sin vahşetini anla! Bununla berâber, pek yakın bir gelecekte, senin bâtınındaki çirkinliğin zâhirine tereşşuh edip sızacak ve o zamân sizin mürtedâne olan zâhirî hüsün ve güzellikleriniz en kabîh kâfirinkinden daha kabîh ve daha çirkin bir sûrette açığa vuracaktır.
“Demek ki, mürted olan kişi, her iki hayâttan da mahrûmdur. Lâkin, kâfir öyle değil. çünkü kâfir, İslâm devletiyle muhârebe etmediği müddetçe, ona bir hakk-ı hayât var, fakat mürtedin hakk-ı hayâtı yoktur.” (Mesnevî-i Nûriye, A. Badıllı tercümesi, s.626-7)
Evet, şu erkek sesin sâhibi, Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleridir. Allah ondan râzı olsun. Koca bir İslâm coğrafyasının pasaportsuz gezildiği günleri yaşayacak olan gelecek nesilden, bugünün “zâhirde ve sözde Müslüman” olan şuûrsuz kitlelerine ağız dolusu tükürükler geldiği zamân, işte o erkek ses elbette istisnâ edilecektir. Kendi ecdâdının inancını küçük gören, tahkír edenlere nasıl olacak da “hayvan bir mecnûn” veyâ “alçak bir rezîl” damgasını vurmayacaksınız ki…
Sözün burasında, şu ibâreyi hâlâ mezkûr esere koymayanları cidden anlayabilmiş değilim doğrusu. Niçin diğer yayınevleri “Mesnevî-i Nûriye” isimli eseri orijinal tercümesi ile basmıyorlar? O mübârek zâtın eserlerini kimselere bırakmayan “huddâm” hazerâtından sessiz kitlelerin böyle bir hizmeti bekleme hakkı yok mudur?
A.Badıllı Ağabeyimize bu hizmetinden dolayı teşekkür etmek elbette borcumuzdur.